Bu yazının orijinali, İşçilerin Uluslararası Birliği-Dördüncü Enternasyonal’in yayın organı Correspondencia Internacional’in (Uluslararası Haberleşme) Pandemi ve Kapitalist Kriz Karşısında Kadınlar başlıklı haziran özel sayısında İspanyolca olarak yayımlanmıştır.
Çeviri: Kadın Dayanışması
Covid-19 pandemisinin süregelen kapitalist ekonomik krizle birleşimi, tüm dünya çapında kadınlara ve muhaliflere yönelik her türlü şiddeti daha da derinleştirdi; kadın cinayetleri ve trans cinayetleri, cinsel istismar ve tecavüz vakaları hiç olmadığı kadar arttı. Örneğin Meksika’da kadın cinayeti oranı pandemi döneminde günde 11’e yükseldi. Öte yandan Birleşmiş Milletler, sadece 2020 yılı içerisinde toplam 243 milyon kız çocuğu ve kadının partnerleri tarafından fiziksel veya cinsel şiddete maruz kaldığını bildirdi. Bu rakamın, ne kadar korkunç olursa olsun yalnızca “bildirilen aile içi şiddeti”, yani bu çok yönlü ve ataerkil gerçekliğimizin yalnızca küçük bir kısmını temsil ettiğini de unutmamak gerekiyor.
Sarah Everard’ın kadın cinayetine kurban gitmesinin ardından, Londra polis teşkilatının başının ülkede kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin “neyse ki” çok nadir olduğu açıklamasını yapmasıyla, Birleşik Krallık’ta yaşayan binlerce kadın sosyal medya üzerinden toplumsal cinsiyete dayalı şiddet mağduru olma hikâyelerini ve bu riskten kaçınmak için ne gibi gündelik önlemler aldıklarını paylaştı. Bu bize, erkek şiddetinin, “risklerden kaçınma” sorumluluğunu bizim omuzlarımıza yükleyen patriyarkal-burjuva hükümetlerin dayattığı kapitalizm ve patriyarkanın ürettiği eşitsizliklerden kaynaklandığını ve pandemi kadar küresel olduğunu gösteriyor.
Ayrıca aynı hükümetler pandemiyi kadınların kazanılmış haklarına daha fazla saldırmak için bahane olarak kullanıyor. Bu noktada belki de en gözle görülür örnek, Türkiye’de Erdoğan hükümetinin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararıyla yaşandı. Kadın cinayetlerini ve erkek şiddetini önlemek ve bunlarla mücadele etmek amacıyla oluşturulan ve Avrupa Konseyi’nin bağlayıcı bir anlaşması olan İstanbul Sözleşmesi 43 farklı ülke tarafından imzalanmıştı. Erdoğan hükümeti, o dönemde kadın hareketinden gelen baskı sonucu Mayıs 2011’de İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayan ilk hükümet olmuştu. Ancak on yıl sonra, 20 Mart 2021’de bir gece yarısı cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile Erdoğan Türkiye’nin sözleşmeden çekilmesi kararını aldı.
İstanbul Sözleşmesi toplumsal cinsiyeti toplumsal bir inşa olarak ele alıyor ve yaş, ırk, din, göçmenlik veya medeni durum, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelime dayalı ayrımcılık gözetmeksizin tüm kadınları ve kız çocuklarını açıkça koruyor. Dolayısıyla sözleşmenin içeriğini ve onaylanmasını farklı ülkelerdeki kadın hareketlerinin kazanımı olarak okumak gerekiyor. Ancak bu zafer beraberinde sadece Türkiye’de değil Polonya, Bulgaristan ve Macaristan gibi ülkelerde de muhafazakâr kesimlerden yükselen şiddetli bir direniş ve tehdidi de getirdi; bu sektörler, sözleşmenin “geleneksel aileyi tehdit ettiğini, eşcinselliği teşvik ettiğini ve ulusal değerleri aşındırdığını” savunuyor.
Peki Erdoğan neden kadınları ve LGBTİ+’ları koruyan bir anlaşmadan, üstelik tam da pandemiyle birlikte erkek şiddetinde eşi görülmemiş bir artışa tanıklık ettiğimiz bir dönemden geçiyorken, çekilmek istiyor? Çünkü işçi ve emekçilerin hayatlarına mal olan ekonomik kriz ve pandemi yönetimi nedeniyle halktan aldığı destekte gözle görülür bir düşüş yaşayan Tek Adam rejimi, itibarını Türkiye toplumunun en muhafazakâr kesimlerinin hassasiyetlerine oynayarak yeniden kazanmaya çalışıyor.
Ayrıca, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, Erdoğan rejiminin artan baskısına rağmen haklarını aramak ve savunmak için sokakları hiç terk etmeyerek her seferinde daha da güçlenen ve güçlendikçe rejimin daha fazla hedefi haline gelen Türkiyeli kadın ve LGBTİ+ hareketlerini daha da kriminalize etmeyi ve bu yolla onlara bir darbe indirmeyi amaçlıyor.
Sözleşmeden çekilme kararının açıklandığı gün, ülkenin çeşitli illerinde binlerce kadın olarak “İstanbul Sözleşmesi bizimdir” ve “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” diyerek sözleşmeden çekilme kararını reddetmek, İstanbul Sözleşmesi’ni savunmak ve somut olarak uygulamasını talep etmek için cinsiyetçi-polis şiddeti tehdidi altında sokaklara döküldük ve eylemler gerçekleştirdik.
Geri çekilme kararının ardından
Hukuk ve polis kurumları ise sözleşmeden çekilme kararı ertesinde şikâyet ve koruma kararları gibi halihazırda yürürlükte olan ve uygulanması gereken çeşitli süreçleri zorlaştırmakta ve kimi zaman engellemekte gecikmedi. Ayrıca, geçtiğimiz günlerde Erdoğan tarafından atanan yeni Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı, utanç verici bir şekilde “salgın sırasında erkek şiddetinde yaşanan artışın tolere edilebilir seviyelerde olduğu” açıklamasını yaptı. Oysaki sözleşmeden çekilme kararından sadece üç gün sonra, ülkede bir günde altı kadın cinayeti işlendi. Bu, sadece bakanın sözlerinin gerçeği yansıtmadığını değil, aynı zamanda kadın hareketinin ısrarla belirttiği üzere erkek şiddetiyle mücadele etmek için bir dizi yasal norm oluşturan ve yasal olarak bağlayıcılığı olan İstanbul Sözleşmesi’nin ne kadar önemli ve vazgeçilemez bir araç olduğunu kanıtlıyor.
Türkiyeli kadınlar olarak bu saldırılar karşısında nasıl örgütleniyoruz?
Erkek şiddetine ve rejim şiddetine maruz kalan Türkiyeli kadınlar olarak İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmiyoruz. Erdoğan’ın sözleşmeden çekilme arzusunu ilk kez dile getirmesinin ardından 2020 yılı yazında kurulan ve farklı kadın örgütlerinden, sosyalist partilerden ve bağımsız feministlerden oluşan “İstanbul Sözleşmesi’ni Uygula” kampanya grubu altında, Erdoğan’ın sözleşmeden çekilme kararına karşı ortak mücadele etmeye devam ediyoruz.
Haziran ayı boyunca gerçekleşen çeşitli protesto eylemleri ve kampanyalara ek olarak -iktidarın kararı geri çekmediği durumda- kararın yürürlüğe gireceği 1 Temmuz’da da alanlarda olacağız.
Erdoğan hükümetinin ne patron yanlısı, işçi karşıtı ve baskıcı politikaları karşısında işçi ve emekçiler arasında yükselen hoşnutsuzluğu iman ve ahlak söylemleriyle kapatma ve manipüle etme girişimi, ne de mücadelelerimiz sonucunda kazandığımız haklarımıza saldırarak kadın hareketini kriminalize etme çabası sadece Türkiye’ye özgü fenomenler. Aynı şekilde erkek şiddetiyle mücadele etmek, haklarını ve yaşamlarını savunmak için sokağa çıkan kadın hareketinin tepkisi de Türkiyeli kadınlara özgü değil; mücadelemiz dünya çapında tüm kadınların mücadelesi.
Örneğin yakın geçmişte Brezilya’da kadınların mücadelesi sayesinde ilk kez bir kadının öldürülmesi yasal olarak kadın cinayeti olarak kabul edildi ve bu, erkek şiddetiyle ve onu destekleyen hükümetlerle mücadelede gücümüzün ve rolümüzün önemini bir kez daha ortaya koyuyor.
Dünyada yüz binlerce kadın sokaklarda “#NiUnaMenos, vivas nos queremos!” (#BirKadınDahaEksilmeyeceğiz, yaşamak istiyoruz!) diye haykırarak erkek şiddetini reddediyor ve kapitalist-ataerkil hükümetleri kadın cinayetlerinin sorumluları olarak işaret ediyor. Bu nedenle biz Türkiyeli kadınların, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı karşısındaki mücadelemize uluslararası destek sunulması büyük önem taşıyor. Tüm dünyada dış borçların ödenmemesi temelinde hükümetlerden erkek şiddetine karşı bütçe ve erkek şiddetiyle mücadeleye dönük kamu politikaları talep etmek için örgütlenmeye devam ediyoruz. Kadına yönelik şiddete son! İstanbul Sözleşmesi bizim!