On yıllar boyunca milyonlarca insanın yerinden edilmesi emperyalizmin, ekonomik tahakkümün ve dünya sermayesinin çıkarları doğrultusunda bölgelerin bilinçli olarak istikrarsızlaştırılmasının kaçınılmaz bir sonucudur. Bu sürecin en savunmasız mağdurları arasında, kendi ülkelerinden ayrılmak zorunda kalıp gittikleri ülkelerde yeni baskı biçimleriyle karşılaşan göçmen kadınlar yer almakta. Türkiye, hoşgörülü bir sığınak olmaktan ziyade göçmen kadınları insanlık dışı çalışma koşulları ve yaşam standartlarına maruz bırakırken, Avrupa’nın çıkarları için bir geçit olma statüsünden yararlanmakta. Bu bağlamda göçmen kadınlar, kendilerini yerlerinden eden güçler ile kendilerini bekleyen sömürüye dayalı koşullar arasında sıkışıp kalarak çifte yüke katlanıyorlar. Tüm bu kadınlara diyoruz ki, “8 Mart sadece takvimdeki bir tarih değildir; kadınların zaferlerinin ve mücadelelerinin görmezden gelinemeyeceğinin bir ifadesidir. Mücadelemizdeki ilerlemeyi kutlamak için bir gündür, ama aynı zamanda dünya genelinde hâlâ var olan yapısal engelleri ortadan kaldırmak için bir çağrıdır.”
Suriye, Orta Asya ve Afrika’dan gelen kadınlar, ülkelerindeki ekonomik zorluklar, işsizlik, çatışmalar veya toplumsal kısıtlılıklar gibi çeşitli nedenlerle göç ediyorlar. Türkiye’ye geldiklerinde, düzenli iş bulmalarını ve topluma uyum sağlamalarını engelleyen yasal ve bürokratik zorluklarla karşılaşıyorlar. Türkiye, 2024 yılından bu yana, neredeyse yarısı kadın olan 3,1 milyon Suriyeli mülteciye ev sahipliği yaptı. Ancak göçmen kadınlar, kaynaklara çok az erişebildikleri ve hakları çok kısıtlı olduğu için hâlâ ötekileştirilmiş konumdalar. Çoğunluğu kayıtdışı işlerde sıkışıp kalmış, sömürü riski altında ya da ayrımcı çalışma izni politikaları ve yabancı düşmanlığı nedeniyle çalışmaları engellenmiş durumda. Türkiye ekonomisinin kapitalist örgütlenmesi onları sadece resmi işlerin dışında tutmakla kalmıyor, aynı zamanda ucuz, kontrolsüz işçi havuzunun bir parçası haline getiriyor.
Türkiye’nin Geçici Koruma Yönetmeliği (GKY) teorik olarak mültecilere sağlık, eğitim ve çalışma izinlerine erişim hakkı tanısa da uygulama tutarsız. Yasal ve bürokratik engeller birçok kadının çalışma izni almasını engellemekte, bu da onları sömürünün yaygın olduğu kayıtdışı işlere bağımlı hale getirmekte. Ayrıca, hukuki yardım ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddetten korunma, dil bariyerleri ve yetersiz uygulama nedeniyle büyük ölçüde erişilemez olmaya devam etmekte. Sadece 2024 yılında Türkiye’de 394 kadın öldürüldü; bu istatistik hem vatandaşları hem de göçmenleri kapsıyor.
Türkiye hükümeti, ev sahibi ülke rolünden siyasi ve ekonomik olarak fayda sağlarken, göçmen kadınların sosyal entegrasyonunu sağlamak için çok az şey yaptı. Örneğin Türkiye dış yardım, uluslararası müzakerelerde siyasi koz ve tarım ve tekstil gibi sektörleri besleyen ucuz işgücü yoluyla göçmenler üzerinden kazanç elde ediyor. Dil bariyerleri, kültürel farklılıklar ve topluluk destek ağlarının sınırlı olması izolasyona yol açıyor. Topluluk merkezleri ve eğitim girişimleri gibi hükümet tarafından desteklenen programlar bile ciddi düzeyde az finanse ediliyor ve yalnızca 3.650 kadını barındırabilecek kapasitedeki mevcut 149 kadın sığınağı, krizin ölçeği göz önüne alındığında büyük ölçüde yetersiz kalıyor. Sığınaklardaki koşullar kısıtlayıcı ve pek çok göçmen kadın ayrımcılık ve psikolojik şiddet nedeniyle kısa bir süre sonra buraları terk ediyor. Lgbtqi+ kadınlar bu sığınaklardan doğrudan dışlanmakta, devlet destekli barınma imkânlarından mahrum bırakılmakta ve şiddete ve istismara daha fazla maruz kalmaktalar. Türkiye devleti onları korumakta başarısız olmakla kalmıyor, hayatlarını aktif olarak tehlikeye atıyor. Geçen yıl iki lgbtqi+ mülteci, kendi ülkelerinde zulme uğrayacakları kesin olmasına rağmen zorla sınır dışı edildi. Yasal korumalar olmaksızın birçoğu hapis, işkence veya ölümün beklediği yerlere sınır dışı edilmekle karşı karşıya kalıyor. Türkiye’nin göç politikaları, lgbtqi+ göçmenlerin görünmez, savunmasız ve sürekli risk altında kalmasını sağlayan bir başka silah olarak işlev görmekte.
Öte yandan, Türkiye’deki göçmen kadınların istihdamı aşırı güvencesizlik anlamına geliyor. Göçmen kadınların çoğu düşük ücretler, kötü çalışma koşulları ve işçi haklarının olmaması ile bilinen kayıtdışı ekonomide tarım işçisi, tekstil işçisi ya da ev işçisi olarak çalışıyor. Patronlar sıklıkla asgari ücretin altında ücret ödeyerek, ücretleri keserek veya sınır dışı etmekle tehdit ederek göçmen kadınları istismar etmekte. Kâr maksimizasyonuna dayalı bir işgücü piyasasında bu kadınlara hakları olan bireyler olarak değil, harcanabilir işgücü olarak muamele edilmekte.
Neoliberal emek politikaları bu sömürüyü daha da pekiştiriyor. “Kadınları güçlendirme” kisvesi altında bazı kurumsal girişimler başlatılmış olsa da bunlar yapısal eşitsizlikleri gidermede pek işe yaramıyor. Örneğin, pek çok şirket Kadının Güçlenmesi Prensiplerini imzalamış olsa da sadece birkaçı somut iyileştirmeler yapmayı taahhüt etmiş durumda. Sistemsel değişim olmadıkça bu programlar anlamlı çözümlerden ziyade kurumsal halkla ilişkiler stratejileri olarak hizmet ediyor.
Türkiye’de göçmen kadınlara yönelik mevcut muamele, kapitalist sömürünün ve devletin kayıtsızlığının doğrudan bir sonucudur. Somut tedbirler arasında göçmen kadınların resmi sektörlerde çalışma hakkının derhal tanınması, sendikal korumanın ve eşit ücretin sağlanması yer almalıdır. Dil eğitimi, mesleki eğitim ve çocuk bakımı desteğinin yaygınlaştırılması, göçmen kadınların topluma tam katılımlarının sağlanması için elzemdir. Ayrıca, toplumsal cinsiyete dayalı şiddete ve emek sömürüsüne karşı yasalar etkin bir şekilde uygulanmalı ve erişilebilir hukuki yardıma öncelik verilmelidir. Son olarak, evsizliği ve sömürü karşısında daha fazla savunmasızlığı önlemek için devlet tarafından finanse edilen sığınma evleri ve uygun fiyatlı barınma programlarında önemli bir artış gereklidir.
Türkiye ancak bu ekonomik ve sosyal politika değişiklikleriyle sembolik jestlerin ötesine geçebilir ve göçmen kadınlara gerçek ve kalıcı destek sağlayabilir. Onların mücadelesi sadece bir göç mücadelesi değil, aynı zamanda sınıf, toplumsal cinsiyet ve sistematik baskı mücadelesidir ve ancak kolektif eylemlerle çözülebilir.