Kadın cinayetlerine karşı önlem almayan iktidarın, kadınların hayatlarını ve haklarını koruyan İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme yönündeki açıklamalarına karşı kadınlar bir ayı aşkın zamandır birçok ilde, ilçede, mahallede bir dayanışma ve mücadele hattı örüyorlar.
İktidar; sözleşmeden çıkılması, sözleşmeye yorum bildiriminde bulunulması, çekince konulması, sözleşme metninde değişiklik talebinde bulunulması gibi çeşitli seçenekleri önüne koymuş, kapalı kapılar ardında haklarımızı tartışırken, bizler tek bir seçeneğin söz konusu olduğunu söylüyoruz: “İstanbul Sözleşmesi’ni etkin bir şekilde uygula!”
Kadınları şiddetten koru, şiddetin ortaya çıkmasını önleyici tedbirler geliştir, şiddet mağdurlarını destekleyecek mekanizmaları işlet ve şiddet uygulayanları cezalandır! İktidar olarak buna yükümlüsün, bundan sorumlusun!
Kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz ve cinayetlerin cezasızlık, tahrik indirimleri ve eşitsiz infaz yasaları yüzünden bir kadın kıyımına dönüştüğü Türkiye’de; öldürülen her kadından…
Adaleti, hatta can güvenliğini sosyal medya üzerinden arayan, kendini korumakla yükümlü tüm diğer mekanizmaların görmezden geldiği kadınların içine itildiği çaresizlikten… “Sıkıntı yok beni almazlar…” diyebilen tüm şiddet faillerinden, iktidar olarak sorumlusun!
Bu politik bir sorumluluktur! Kadına yönelik şiddetle mücadele etmek ile bu şiddeti yaratan koşullardan nemalanmak arasında politik bir tercihi gerektirir.
Ve maalesef bugün sadece Türkiye’de değil, birçok ülkede, şu an seçimler erkek egemen sistemi güçlendiren politikaların idamesinden yana. Pandemi ile birlikte daha da derinleşen ekonomik ve sosyal politikalardaki çıkmazlar iktidarların muhafazakarlaşma ve sağcılaşma eğilimlerini güçlendirirken; onları, kadınlar ve LGBTİ’ler üzerindeki baskı ve tahakkümü artıran söylem ve politikalara, erkek egemen sistemin ayrıcalıklarına tutunan -o çok iyi bildikleri- pozisyonlara yöneltiyor. Elbette bunun, kadınların hem pandemi öncesi seferberliklerdeki öncü konumlarına hem de pandemi koşullarında bile öne çıkan mücadelelerine dönük bir sindirme çabası olduğunu da görmek gerek.
Şiddet, istismar, artan yoksulluk, kamu harcamalarındaki kısıtlamalar bizi çevrelerken, kadınlar olarak durumumuzu katmerliyor, üstüne bir de bugün kazanılmış haklarımıza, hayatlarımızı koruyan sözleşmelere bile göz dikiliyor! Bu durum, mücadelemizi açıktan bir yaşam savaşına dönüştürüyor… Ama tüm kadın ve emek düşmanı iktidarların karşısındaki gücümüz de tam burada yatıyor.
Bu mücadeleyi bulunduğumuz her alanda yaygınlaştırmak ve başta emek mücadelesi ve diğer toplumsal mücadelelerle etkileşim halinde büyütmek, acil taleplerimiz etrafında bir eylem birliği sağlayabilmek ise bu süreci ileri taşıyabilecek en önemli görev olarak karşımızda duruyor.