İranlı bir LGBTİ+ mülteci olan ve yaklaşık beş senedir Türkiye’de BM tarafından ABD ve Kanada gibi “3. ülke”lere yerleştirilmeyi bekleyen R. ile ilk defa geçtiğimiz sene Onur Haftası kapsamında bir söyleşi gerçekleştirmiş, Türkiye’de LGBTİ+ mülteci olmak, gündelik hayatta karşılaştıkları zorluklar, belirsizliklerle dolu bekleme süreçleri, Türkiye’deki LGBTİ+ hareketi ve bu hareket içerisindeki konumları üzerine konuşmuştuk.
Bu söyleşiyi gerçekleştirdiğimizde, R. ve iki arkadaşının polis tarafından zorla Yunanistan sınırına götürüldüklerini öğrenmiş, sadece sınırda yaşadıklarıyla kalmayan ve tam da koronavirüs krizinin patlak verdiği dönemde gerçekleşen yaklaşık iki aylık zorla alıkoyulma süreçlerini ayrıca konuşma sözü vermiştik. Sürecin birinci yıldönümünde R. ile gerçekleştirdiğimiz söyleşinin ilk kısmını sizlerle paylaşıyoruz.*
Gönül isterdi ki bu söyleşiyi R.’nin tüm süreci – kimi zaman gizlice çekerek – belgelediği fotoğraflar eşliğinde paylaşalım. Ancak anonim paylaşılmak yerine fotoğrafçı atfını hak eden bu fotoğrafları, LGBTİ+’ların özellikle son dönemde hem dijital ortamda hem de fiziksel olarak giderek yoğunlaşan bir şekilde devletin açık hedefi haline gelmeleri dolayısıyla başka bir gökkuşağı baharında paylaşmayı ümit ediyoruz.
Ne olmuştu?
Hükümetin maceracı ve işgalci dış politikalarının sonucunda Şubat 2020’de İdlib’de yaşanan çatışma ve saldırılarda TSK kayıplar vermiş, bölgede aradığı mevzi ve desteği bulamayan hükümet, mültecileri bir savaş kozu olarak kullanarak Türkiye-Yunanistan sınırında “serbest geçiş” uygulaması başlatmış ve Yunanistan geçiş sınırlarını mültecilere ve düzensiz göçmenlere açmıştı. Bunun üzerine Avrupa ülkelerine “gitmek isteyen” binlerce göçmen Edirne Pazarkule Sınır Kapısı çevresinde bekleyişe geçmiş, ağır koşullar altında süren bekleyiş sırasında hem Yunan hem de Türk güvenlik güçlerinin baskısına maruz kalmıştı ve her iki hükümet de yaşanan baskı, şiddet, ölüm ve yaralanmalar konusunda sorumluluk almayı reddetmişti. Yaklaşık bir aylık bekleyişin ardından Türkiye hükümeti koronavirüs tedbirleri kapsamında Mart 2020 sonunda sınırdaki tampon bölgeyi boşaltma ve göçmenleri geri alma kararı almıştı.
* Konuyla ilgili etnografik bir araştırma yürütmüş olan ve söyleşimizi hem tercüme desteğiyle hem de yorumlarıyla zenginleştiren E.S.’ye çok teşekkür ederiz.
Söyleşi: Sena Aydın
Tekrar merhaba R. ve bizimle bu deneyimi paylaştığın için şimdiden teşekkürler. Sürecin en başından başlayalım istersen. Ne oldu ve nasıl oldu da alıkoyulup sınıra götürüldünüz?
R: Kız arkadaşım F.’nin bir akrabasını gördük Denizli’de ve bu yüzden kaldığımız şehri değiştirmek istedik. Polise gittik çünkü normalde bulunduğun şehirde can güvenliğin tehlikedeyse ya da kaçtığın aileden biri o şehirdeyse şehrini değiştirebilmen gerekiyor. Ama bize izin vermediler. Hatta UNHCR’la (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği) da konuştuk ve onlardan gelen mesajlarla gittik polise; Kaos GL’den bir avukat da bize yardımcı oldu. Ama buna rağmen şehir değiştirme iznini alamadık. Biz de o yüzden izinsiz bir şekilde Antalya’ya taşındık. Neden Antalya diye sorarsanız çünkü orada bize destek olabilecek tanıdıklarım vardı benim.
Her ay bir kere imza vermek için Antalya’dan Denizli’ye gelmemiz gerekiyordu. Bu hep olaylı bir süreç oluyordu yolda polis kontrolleri vs. olduğu için ama hep bir şekilde atlattık. Örneğin bir sefer kontrol sırasında ben daha iyi Türkçe konuştuğum için diğerleri sustu, ben konuştum polisle ve bir şekilde atlattık. Son sefer Denizli’ye gidecekken duyduk ki sınırlar açılmış ve bu yüzden bu ay imza vermemiz gerekmiyormuş.
E: Göç İdaresi bazen bunu yapıyor. Mesela şu an koronavirüs nedeniyle de imza vermeye gidilmiyor. “İmzalar ertelendi, bu ay imza yok” diye duyuru yapıyor.
R: Ama bu sadece kulaktan dolma bir bilgiydi ve bizimle birlikte Antalya’ya gelen ev arkadaşım da “bakın bu kesin bilgi değil, şimdi başımıza bir iş açılmasın, imza atmayız bir de başımız yanar” deyince bilgi almak için mülteci derneklerinden birinin destek hattını aradık. Onlardan “bildiğimiz kadarıyla bu bilgi kesin değil, bize sorarsanız riske atmayın ve gidip imza verin” cevabını alınca biz de Denizli’ye gitmeye karar verdik. Dönüş yolunda bizi durdurdular. Garip bir şekilde bu sefer çevirmeyi yapanlar sivil kıyafetliydi ama çelik yelek giyiyorlardı. Şaşırdık tabii çünkü yolda çevirmeleri genelde Jandarma yapıyor ama bu sefer farklıydı. Derdimizi anlatmaya çalıştık ama ne dediysek dinlemediler. Orada küçük, dokuz kişilik minibüslerden vardı bir tane. Üçümüzü o minibüse bindirdiler, telefonlarımızı da elimizden aldılar ve ne sorduysak soralım cevap vermediler.
Oldukça terbiyesiz ve kötü muamelede bulundular bize, daha önce hiç böylesini yaşamamıştık. Sanki adam öldürmüşüz ya da Cumhurbaşkanına suikast düzenlemişiz ya da üstümüzde 20 kg eroin ile yakalanmışız gibi bir suçlu muamelesi. İlk başta sadece biz vardık, sonra üç kişiyi daha aldılar minibüse. Paket gibi topladılar bizi yani, kiraladığımız araba da öylece yolun ortasında kaldı. Neyse ki bu sefer Rent a Car’dan değil de İranlı bir arkadaşımdan kiralamıştık arabayı… Şans işte… Yoksa bir de arabayı yol kenarında bıraktık diye Rent a Car’a tonlarca ceza parası ödeyecektik.
Bizi bu şekilde o minibüsle Edirne sınırına kadar götürdüler.
Antalya-Edirne arası oldukça uzun bir yol. Bütün bir yol boyunca hiçbir şey söylemediler mi size?
R: Hayır, hiçbir şey söylemediler. Saatlerce minibüsteydik. Bizi tam o sınırın sıfır noktasında indirdiler, telefonlarımızı geri verdiler ve “gidin” dediler. Ben hemen Antalya’daki tanıdığımı aradım tabii. Araba yolda kalmış, evde beslenmesi gereken kediler var… Yani bu şekilde getirildik ama kalmak gibi bir planımız yoktu tabii ki. Ne oldu da dönmedik kalmaya karar verdik bunu anlatacağım birazdan.
Ona geçmeden önce biraz sınırdan bahseder misin? Neydi gördüğünüz manzara? Koşullar, ilk izlenimleriniz nelerdi?
R: İner inmez ilk gördüğümüz şey insan kalabalığıydı. Yaklaşık 20 binden fazla insan vardı sanırım, inanılmaz kalabalıktı. Ve de hani savaş filmleri olur ya, bir anda ortalık karışır, bir anda insanlar sığınacak bir yer aramak için koşuşturur, iner inmez tam da böyle bir sahnenin ortasına düştük. Akşamüstü hava kararmak üzereydi. Bir yerde bir grup ateş yakmış, başka bir yerde başka bir grup plastik çadırlar kuruyor, toprağın üstünde uyuyanlar, dolananlar… Biz tam ne oluyor burada, nereye düştük biz demeye kalmadan bir anda Yunanistan tarafından göz yaşartıcı bomba atmaya başladılar ve ortalık karıştı. Bizim daha önceden böyle bir deneyimimiz yok, sadece filmlerden gördüğümüz kadarıyla biliyoruz! Ne yapacağımızı şaşırdık tabii, her tarafımızı duman kapladı, biz boş boş etrafa bakıyoruz! Bir anda herkes kaçışmaya başladı. Biz tabii nefes almamamız gerektiğini de bilmiyoruz, nereden bileceğiz? Öyle bir tecrübemiz yok. Öksürüp tıksırmaya nefes alamamaya, boğulmaya başladık bir anda, gözlerimizden yaşlar aka aka. Sonra herkes ne yöne koştuysa biz de onların peşinden koştuk.
Kaçma faslı bitince baktık herkesin çadırı var, olmayanlar çadır kuruyor, insanlar sürekli eşya topluyor, getiriyor, taşıyor ediyor… Herkesin erzağı var, yavaş yavaş ateşler yakılıyor, yemekler pişiriliyor. Bizim hiçbir şeyimiz yok. Antalya’dan Denizli’ye gidip imza verip aynı gün içerisinde döneceğiz diye çıkmışız evden. Doğru düzgün üzerimizde kıyafet bile yok, Antalya havasına göre giyinmişiz ve akşam sınırda Edirne’nin inanılmaz soğuk havasındayız düşünün. Tarih 28 veya 29 Şubat’tı.
Bir de ben 2-3 taş topladım mesela temiz bir yere oturalım, kıyafetlerimiz kirlenmesin diye! Hâlâ o moddayım! Yan tarafımızda ailesiyle birlikte orada olan İranlı bir kadın vardı. F. onunla arkadaşlık kurdu ve sordu burası ne siz ne yapıyorsunuz… Ya da çadırları vardı mesela, çadırı nereden buldunuz diye. Onlar oraya geleli 2-3 gün olmuş. Kadın da F.’ye “kendinize bir düzen kurun, çalı çırpı toplayın, ateş yakın, yarın çadır alın” demiş. Bir görevli, bir polis ya da gidip bir şey sorabileceğimiz hiç kimse de yoktu etrafta. Sadece göçmenler vardı; Suriyeliler, Afganlar, İranlılar ve genelde Somali’den olan siyah göçmenler vardı sadece etrafımızda.
Çalı çırpı toplamak için ormana gittik. Yanımızda ne bir kafa lambası ne bir çakı, bir bıçak… Hiçbir şey yok. Becerebildiğimiz kadar bir şeyler toplayıp geri gelip bir ateş yaktık. Sabaha kadar da o ateşin başında titreye titreye bekledik. Hayatımın en kötü gecesiydi; daha kötüsünü yaşamadım. Sabah olduğunda ayaklarımı hissetmiyordum mesela.
İlk gününüz nasıldı peki? Nasıl bir düzen kurabildiniz?
R: Sabah tabii Denizli’ye geri dönme kararı aldık ama para da yok. Neyse dedik para bulunur bir şekilde, ondan bundan toplarız. Sonradan aklımıza geldi ki bizim iznimiz yok. Yani ta Edirne’den Denizli’ye nasıl döneceğiz? Muhtemelen yolda bizi tekrar çevirip tekrar buraya getirecekler, yol için verdiğimiz para da boşa gitmiş olacak. Sonra Denizli’den bir arkadaşımı arayıp durumu anlattım ve bizi zorla buraya getirdiklerini söyledim. O da bana o gün Denizli’nin ana meydanı olan Çınar Meydanı’nda olduğunu, “sınıra gitmek isteyen herkes gelsin” diyerek insanları kocaman bir otobüse doldurduklarını söyledi. Bir yandan bunu duydum. Sonra bir İranlıyla konuştum orada ve bana oraya kendi isteğiyle geldiğini, bunun için de 600 TL para verdiğini söyledi. Tüm bunlar sonucu geri dönmenin mantıksız olacağına karar verdik. Hatta şakasını bile yaptık “millet para verip gelmiş, biz bedavaya getirdik” diye!
Sabah uyandığımızda gördük ki bir yanımızda bir yemek sırası var. Sonradan anladık ki ASAM (Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği) orada ve kahvaltı dağıtıyor. Diğer tarafı da Göç İdaresi ve Jandarma dikenli tellerle ve barikatlarla kapatmış. Yani ne bir tarafa (Yunan toprakları) geçebiliyorsun ne de diğer tarafa (Türk toprakları). Bir taraftan da etraftaki köylerde yaşayan Türkler de gelmiş, kimi çay kahve satıyor, kimi halı kilim satıyor. Küçücük bir kilim aldım sırf altımıza serelim diye 50 TL’ye mesela.
Tekrar akşam oldu sonra ve gene inanılmaz soğuk. Battaniye satan bir Türk gördük. F.’ye dedim ki “Ben gidip bir battaniye alacağım, bu böyle olmayacak.” O da bana “Zaten azıcık paramız var lazım olur cebimizde dursun” dedi ama donuyoruz da bir yandan. “Bir sorayım en azından” diyerek adamın yanına gittim. İkinci el tek kişilik battaniyeyi 90 TL’ye satıyor, biz üç kişiyiz. “Çok pahalı” deyince dedi “Hadi sana 70 TL olsun.” Tam elimi cebime attım ne kadar paramız var bakmak için, uzaktan F.’nin bağırdığını duydum “Alma, alma!” diye. Meğerse barikatların orada bedava battaniye dağıtıyorlarmış.
Barikatlar diyorum ama olduğumuz yere uzaktı baya barikatlar. F. önde, peşinde S., arkada da ben barikatlara koştuk tam gaz. Baktık orada bir tır var. Hayırsever biri bir tır dolusu battaniye getirmiş, dağıtıyor. Kişi başı ikişer battaniye aldık sonuç olarak! O geceyi de ateşin başında ikişer battaniyeye sarılarak geçirdik. Her günü geceyi detaylı anlatmayacağım, aslında anlatsam hepsi ayrı bir macera ama bu şekilde başladık bir düzen kurmaya diyebilirim.
Zaten isteseniz de gidemiyordunuz, mecbur bir düzen kurmak zorunda kaldınız anladığım kadarıyla…
R: Evet, dışarıya çıkmamıza hiçbir şekilde izin verilmiyordu. Ertesi gün de şu manavların kullandığı mavi bir branda satın aldık. Bu da tabii inanılmaz pahalıydı; iki büyük parçaya 300 TL verdik. Afgan birinin yardımıyla derme çatma bir çadır kurduk. Bu şekilde 2-3 gün içerisinde en azından kalacak bir alan yarattık kendimize.
Peki ne düşünüyordunuz o sırada? Yani oradasınız, çıkamayacağınızı anladınız, ne zaman çıkabileceğinizi bilmiyorsunuz, önünüzü göremiyorsunuz… Nasıl bir ruh haliydi bu?
R: Şöyle anlatayım: (R. göçmenlerin tutuldukları bölgeyi kâğıda çiziyor) Burada biz varız, burası polis, burası polis, burası polis, ormanlık alan burada. Yani biz hiçbir şekilde çıkamıyoruz bu alanın dışına. Ama polis her sabah içeri girmek isteyenlere izin veriyordu. Her sabah da daha fazla insan geliyordu. Bu çizdiğim sınırlarda belirli aralıklarla elinde tüfekle askerler bekliyordu, bunu fotoğrafladım ben ayrıca. Diğer tarafta Yunan sınırı, orası da Yunan askeri dolu ki onlar tanklarla falan sınırı tutuyorlar. Böyle bir ortamda ne yapabilirsin ki? Sadece orada olup hayatta kalmaya çalışırsın. Ölmeyelim, canlı kalalım yeter gibi bir psikolojideydik.
Bu çizdiğin alan ne kadar büyüktü peki? Kafamızda canlandırabilmek adına soruyorum.
R: Yunan sınırıyla bizim çadır arası 10 dakika yürüme mesafesiydi. Bizim çadırla giriş-çıkışın yapıldığı barikatların arası ise 20 dakika yürüme mesafesiydi.
Peki gündelik olarak neler yaşanıyordu alanda?
R: Her sabah Suriyeliler Yunan sınırına gidiyorlardı. Slogan atıyorlar, taş atıyorlar, küfrediyorlar, sınırın açılmasını istiyorlar… Ve her seferinde de Yunan polisi göz yaşartıcı bomba atarak karşılık veriyordu. Bu her gün yaşanıyordu.
Bir gün gene Yunan polisi gaz atıyordu. O gün de Türk polisi sözde bizim yanımızda olup bizi savunmak adına karşılık vermek adına gaz attı o tarafa. Ama Yunan polisi kendi sınırına oldukça büyük, sanayi tipi fanlar yerleştirmiş. Dolayısıyla hem Yunan tarafının hem Türklerin attığı tüm gaz olduğu gibi bizim olduğumuz araziye, üstümüze geldi. O gün oldukça kötüydü çünkü Yunan tarafı gaz atmaya başladığında genelde 10-15 dakika sürerken o gün toplamda 45 dakika falan sürdü. Ölecek gibi hissettiğimiz günlerden biri de buydu. 45 dakika boyunca battaniye altında boğulur gibi nefes almaya çalıştık.
Her gün bir olay yaşıyorduk. Bir gün F. ve S. polis ile takıştı, polis onları alıp götürdü. Telefonlarını alıp, LGBTİ+ olduklarını söylediklerinde de üstüne baya da eziyet etmişler. Bir gün ben video çekerken polis benim telefonumu aldı görüntü almayayım diye. Ben de suyuna gitmek zorunda kaldım, “Ben Yunanlılar bize ne kadar kötü muamelede bulunuyorlar onu göstermek için çekiyorum” dedim. “Haa sen İngilizce biliyor musun, o zaman bir pankart yaz hadi, Yunan tarafına göstermek için” demez mi… Mecburen bir karton buldum döviz hazırlamak için ama polis başımdan gidince o kartona LGBTİ+’lar hakkında bir şey yazdım, o ayrı!
Peki orada mahsur kalınca çeşitli derneklere, STK’lara ulaşmaya, sesinizi duyurmaya çalıştınız mı?
R: Evet, hatta o döviz olay oldu. Üzerinde “Pray for LGBTQR” yazıyordu, sonra onunla fotoğraf da çektik. Türkiye’den Kaos GL’ye ulaştık. Bir de Kanada’daki diaspora STK’larına ulaştık, ki başlarında kendisi de daha önce Türkiye’de mülteci olan İranlı gay bir adam var. S. bu adama mesaj atıp durumu anlattı ve fotoğrafı da yolladı. O da biz destek beklerken, “LGBTİ+’lara iyilik yerine kötülük yapıyorsunuz, sizin bu yaptığınız şey yüzünden insanlar LGBTİ+’lardan daha çok nefret edecekler. Zaten yaptığınız şey yasal değil” gibi bir cevap verdi. Açık açık bizi işin içine karıştırmayın dedi yani bize! Ama Kaos GL’den insanlar bize destek oldular.
Orada yemek sıraları öyle uzun sıralar ki sabah kahvaltısı için sıraya giriyorsun mesela, ancak öğlen yemek alabiliyorsun. Bir gün baktım F. ve S.’nin hiç hali yok, ikisi de bir kenara kıvrılıp kalmış, tamam dedim siz gelmeyin bugün ben gidip sıraya girerim. Üç saat sırada bekledim, o arada F. de geldi. Bu arada kadın ve erkek yemek sıraları ayrı. F. kadınlar tarafında sıraya girdi. Sonra tesadüfen daha önce Denizli’de çalışan, sonra Ankara’ya giden, bizi de yakından tanıyan bir STK çalışanıyla karşılaştık. Ve o kadar büyük bir şans oldu ki bizim için bu karşılaşma! Bize çok yardımcı oldu. Örneğin yemek sırasına girmemiz gerekmedi. Bize yemek ve su ayırdı. Benim ayakkabım yanmıştı ateşte, 3-4 gün ayakkabısız kalmıştım. Bana ayakkabı getirdi. Tabii kendi cebinden değil dağıtılan yardımlardan sıraya girmeksizin bir ayakkabı verdi bana.
Bunun dışında Kaos GL’den yakın olduğumuz insanlar geldiler bir gün yanımıza kampa. O gün çok güzeldi bizim için. Ruh halimize gerçekten çok katkısı oldu oturup beraber çay sigara içip sohbet edebilmenin. Yakın arkadaşlarımızın -ki bunlara şu an çevirmenliğimizi yapan E. de dahil- destekleri de çok yardımcı oldu bize. E. Göçmen Dayanışma Ağı’ndan (GDA) bir arkadaşıyla bağlantıya geçirdi bizi. Hatta GDA günlük raporlar tuttu o dönemde, bugün şu oldu, bugün bu oldu diye. Bize dışarıdan gündelik ihtiyaçlarımız olan şeyler getirdiler çay, tütün, para, külot ve powerbank gibi şeyler… Ki kampta powerbank’in önemini size anlatamam! Kamp içinde powerbank’i olan insanlar kiraya veriyorlardı powerbank’lerini, bir dakikası 1 TL’ye!
Onları içeriye sokuyorlar ve sonrasında çıkmalarına izin veriyorlardı öyle mi?
R: Evet o şekilde. Gazeteciler ve haberciler de gelip gidebiliyordu.
E: Ben hatırlıyorum powerbank R. için oldukça önemliydi. Çünkü film çekiyor, fotoğraf çekiyor, bir yandan sürekli televizyon programlarına çıkıyordu röportaj yapmak isteyen İran kanallarına. Dolayısıyla telefonunun açık kalabilmesi önemliydi.
R: Bu küçük şeylerin önemini anlatmak adına mesela Türkler gelip sigara da satıyordu kampta, ama 15 TL olan paketi 40-50 TL’ye satıyorlardı. Türkler ne koparabilirsem kârdır diye yaklaşıyordu kampa.
Bir gün Orman Müdürlüğü’nden insanlar kampa geldiler. S. ve ben de çok tesadüfi bir şekilde arabalarının durduğu yerdeydik. Arabadan inip ormanlık alana baktılar ama ormanda neredeyse ağaç kalmamış. Suratlarındaki o şok ifadesini gördük. Gerçekten de ilk geldiğimizde ağaçlar o kadar sıktı ki ormanın içine girdiğinde göz gözü görmüyordu. Ama biz oradan ayrıldığımızda ormanda bir tane ağaç kalmamıştı resmen. Çünkü herkes ateş yakabilmek için ağaçları kesiyor, ne yapsınlar? Bir taraftan ormanın içi komple çöp çünkü çöp atılabilecek başka bir alan yok. Ertesi gün belediye temizlik işçilerini getirdiler ormanı temizlesinler diye. Gelen işçiler cepleri kaçak malla dolu gelmişler tabii. Sigara olsun, powerbank olsun… Bir yandan ormanı temizliyorlar, bir yandan ticaret yapıyorlar. Marketten 20 TL’ye aldığın powerbank’i 100 TL’ye satıyorlardı.
Orada olduğunuz sırada polis ya da devlet görevlileri tarafından herhangi bir şiddete uğradınız mı peki?
R: Biraz önce bahsettiğim bizi tanıyan görevli kadın bizi çağırdı su vermek için. Onu beklerken bir kadın jandarma geldi “Ne yapıyorsunuz siz, niye burada bekliyorsunuz?” diye. Ben de gayet saygılı bir şekilde “Görevli bizi çağırıp burada beklememizi söyledi” dedim. “Gidin buradan” diye itti beni. O itince ben de onu ittim. Tabii benim trans olduğumu bilmediğinden bir erkek beni nasıl iter diye sinirlenip üzerime çullandı. F. atladı hemen, bir taraftan bizi ayırmaya çalışıyor, bir taraftan “Bizi çağırdılar, bekleyin dediler” diye açıklama yapmaya çalışıyor. Jandarmanın ayağında kalın postallar var tabii, onlarla F.’nin mide boşluğuna bir tekme geçirdi. F. yere kapaklanıp ağlamaya başladı. O arada hemen bir sivil polis geldi. Benim kolumu sıkıp “Pislik, sizi burada bir daha görürsem si**rim sizi” diye tartakladı. Sonra görevli kadın gelip bizi böyle görünce özür diledi, baya kötü hissetti ama… olan oldu. F. yerinden kalkamıyordu, tekerlekli sandalye getirmek zorunda kaldılar götürebilmemiz için. Orada hastane çadırımsı bir yer vardı. Orada ağrı kesici iğne yaptılar sonra. Hatta tekerlekli sandalyede fotoğrafı da var.
Bir akşam da bir polis geldi, Suriyelilere “Sınır açıldı, çok sessiz bir şekilde sınıra gidin, geçeceksiniz” demiş. Yalan söylemiş yani açıkça. Yan çadırımızda kalan Suriyelilerden biriyle arkadaş olmuştuk, bize de gelip o söyledi. “Sessizce kalkın çabuk, sınır açılmış, şimdi sadece Suriyelileri geçiriyorlarmış ama siz de bizimle gelin geçin” dedi. Çadırdan çıkınca gördük ki akın akın herkes sınıra doğru yürüyor ama inanılmaz sessiz bir şekilde. Sonra yan çadırdaki İranlılar da gidelim deyince biz de herkesle gitmeye karar verdik. Tam sınırdaki bariyerlere vardık… Bir anda inanılmaz bir ışık yakıldı ve Yunan polisi ateş etmeye başladı. Arkamızdan da Türk polisi bizi sınıra doğru itiyor. İzdiham yaşandı tabii. F. düştü ve ayağı dikenli tellere takıldı. Beş tane dikiş atıldı ayağına sonra.
Türk polisi göz göre göre planlı bir şekilde sizi tehlikeye atmış yani. Ne zaman oldu bu, hatırlıyor musun?
R: Evet aynen öyle. Tam gününü hatırlamıyorum ama orada geçirdiğimiz sürenin ortalarına doğru oldu.
Peki sizin gibi oraya zorla getirilmiş başka göçmen veya mülteci var mıydı? Varsa onların koşulları nasıldı?
R: Biz İranlı bir aileyle tanıştık oradayken. Balıkesir’delermiş normalde; onlar da zorla getirilmişti. Bir çadırda da Nevşehir’den zorla getirilenler vardı. Biz bu ikisiyle tanıştık sadece; başka zorla getirilen varsa da bilmiyorum, en azından biz tanışmadık.
—
*Söyleşinin 2. kısmında kamptan dönüş sürecinde yaşadıkları zorlukları ve pandeminin bu sürece etkilerini konuşacağız.