Söyleşi: Sena Aydın
İran, Irak, Afganistan ve Lübnan gibi ülkelerde yaşadıkları ayrımcılık ve taciz nedeniyle, birçok lezbiyen, gey, biseksüel, transseksüel ve interseks (LGBTİ) birey kendi ülkelerinden kaçarak Türkiye’ye geliyor. Türkiye’de yıllarca belirsizlik içinde bekleyen pek çok mülteci grubun aksine, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) tarafından cinsel ve cinsiyete dayalı şiddet mağdurları olmaları nedeniyle “hassas grup” olarak tanımlanan LGBTİ+ mülteciler, ABD ve Kanada gibi “3. ülke”lere öncelikli ve hızlandırılmış bir şekilde yerleştiriliyordu. Ancak ABD ve Kanada’nın son yıllarda hızla değişen sınır uygulamaları ve iltica politikaları, Ortadoğu ülkelerinden gelen LGBTİ+ mültecilerin bu ülkelere yerleştirilmesini artık fiili olarak imkânsız kılmakta. 2016’dan bu yana ABD ve Kanada’ya yerleştirilen LGBTİ+ mültecilerin sayısı bir elin parmağını geçmemekte ve binlerce LGBTİ+ mülteci, bir “bekleme ülkesi”ne dönüşmüş Türkiye’de, devletin onları yerleştirdiği ve “uydu kentler” olarak da bilinen küçük şehirlerde -bu şehirlerden çıkma izinleri olmaksızın- “3. ülke”ye yerleştirilecekleri günü beklemekteler.
Türkiye, Mültecilerin Statüsüne İlişkin 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne taraf olmasına rağmen, bu sözleşmenin gereklerini sadece Avrupa’dan gelen mültecilere uyguluyor ve Avrupalı olmayan mültecilere “şartlı geçici sığınma” hakkı, yani ancak “3. bir ülke”ye yerleştirilmeleri ve Türkiye’de kalmamaları şartıyla geçici olarak Türkiye’de bekleme hakkı tanıyor. Geçtiğimiz senelerde giderek daraltılan bu “hak” kapsamında sağlık, eğitim, istihdam gibi temel haklardan yoksun bırakılan LGBTİ+ mülteciler aynı zamanda sistematik toplumsal şiddet ve ayrımcılığa da uğruyorlar.
Yaklaşık 4 senedir Türkiye’de yerleştirilmeyi bekleyen iki İranlı LGBTİ+ mülteci ile Türkiye’de LGBTİ+ mülteci olmak, gündelik hayatta karşılaştıkları zorluklar, belirsizliklerle dolu bekleme süreçleri, Türkiye’deki LGBTİ+ hareketi ve bu hareket içerisindeki konumları üzerine gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi Onur Haftası kapsamında sizlerle paylaşıyoruz.*
Öncelikle bize biraz kendinizi tanıtabilir misiniz? İran’da nasıl bir süreç yaşadınız, Türkiye’ye gelmeye nasıl karar verdiniz?
S: Ben Türkiye’ye 2016 yılında geldim. Önce Ankara’ya gittim. Birleşmiş Milletler’e sığınma başvurusunda bulunarak kayıt yaptırdım ve beni Denizli’ye gönderdiler. Bir iki yıl Denizli’de yaşadım. Dil bilmediğim için ilk başta iş bulamadım tabii. Biraz Türkçe öğrendiğim zaman da kafe gibi yerlerde geçici olarak çalışmaya başladım.
İran’daki sorunlar benim için üniversitede başladı. Gay kimliğim ortaya çıktığında polisle ve öğrencisi olduğum üniversiteyle sorunlar yaşamaya başladım ve İran’da kalmak benim için bir tehdit oluşturmaya başladığı noktada Türkiye’ye gelmeye karar verdim.
R: Ben buraya kız arkadaşımla geldim. Ailesi onu zorla evlendirmek isteyince o evden kaçtı. Birlikte olabilmek için İran’ı terk etmemiz gerekiyordu. Buraya gelme kararını bu şekilde aldık.
Denizli’de şu an yaklaşık kaç LGBTİ+ mülteci var? Şu an Türkiye’de içinde bulunduğunuz “bekleme” sürecinin hangi aşamasındasınız?
S: Biz hâlâ tünelin sonundaki ışığı göremeden bekliyoruz ve Birleşmiş Milletler uyuyor. Süreci şöyle anlatayım. Öncelikle Birleşmiş Milletler’e mülteci kaydı yaptırıp onların mülakatlarına giriyoruz. Bu süreç bittiğinde bizi kalıcı “ağırlayacak” ülke olan Amerika’nın ICMC(2) süreci başlıyor bu sefer de. ICMC 1, ICMC 2 olmak üzere iki mülakata giriyoruz. Bu, detaylı bir adli sicil kaydı ve kimlik soruşturması gibi bir şey. Amerika’da güvenlik tehdidi teşkil etmeyeceğimizi garanti altına almak için yapıyorlar bunları. Benim ICMC mülakat randevularım 2017 yılındaydı ama Trump ABD başkanlığına seçilince randevularım 2019’a kadar iptal olmuş oldu. Geçen seneden beri mülakatlarım ne zaman yapılacak diye ICMC’ye düzenli olarak soruyorum ama bugüne kadar hâlâ hiçbir ilerleme kaydedilmedi süreçte.
R: Öncelikle LGBTİ mülteciler sadece Denizli’ye değil, diğer belirli şehirlere de yerleştiriliyorlar. Eskişehir, Yalova ve Denizli İranlı LGBTİ mültecilerin en yoğun bulunduğu şehirler. Bunun haricinde kaçak(3) bir şekilde İstanbul, Antalya, İzmir gibi büyük şehirlerde yaşayanlar da var. Burada toplam kaç kişi olduğumuzu bilmiyorum açıkçası, çünkü o kadar çok çalışıyorum ki insanlarla sosyalleşmek için vaktim olmuyor. Yapılan toplantılara, etkinliklere vs. hiç katılamıyorum. Ama genel bir sayı vermem gerekirse sadece Denizli’de bile yüzlerce kişiyiz diyebilirim.
Peki bu bekleme sürecinde Birleşmiş Milletler’in kaydınızı almak dışında herhangi bir yetkisi var mı?
S: Birleşmiş Milletler’in bize sürekli söylediği tek bir cümle var: “Bizim elimizden hiçbir şey gelmiyor, bekleyin.” Bekleyin, bekleyin… Her aramada bunu duyuyoruz. Birleşmiş Milletler’le yakın zamanda yaptığımız son telefon görüşmesinde “Sizin üçüncü ülkeye yerleştirilmeniz bir hak değil şans ve sizin şansınız çok az” dendi bize. Bunu başka mültecilerden de duydum, ki BM’nin “insan hakları ve hassas grupları koruma” söylemi ve iddiasına göre biz LGBTİ bireyler olduğumuz için öncelikli bir mülteci statümüz var güya. Bunu duyduktan sonra ruhsal sağlığımızın ne kadar bozulduğunu tahmin edebilirsiniz. Kız arkadaşım depresyona girdi ve evden çıkamadı mesela günlerce.
Peki buraya gelip Birleşmiş Milletler’e mülteci kaydı yaptırdığınızda hayatınızı idame ettirmek için dil, yaşam, çalışma hayatı gibi temel konularda herhangi bir destek almıyor musunuz?
R: Birleşmiş Milletler’e kayıt olduktan sonra gönderildiğimiz uydu kentlerdeki SGDD-ASAM’ın (Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği – Association for Solidarity with Asylum Seekers and Migrants) bedava Türkçe derslerine ya da atölyelerine, etkinliklerine vs. katılabiliyoruz teoride. Ama tüm bunlar gündüz yapılan faaliyetler ve biz gündüzleri çalışmak zorundayız, dolayısıyla hiçbirine katılamadık ve katılamıyoruz. Ben Türkçeyi kendi kendime işyerlerinde, insanlarla konuşarak öğrendim.
Çalışma konusuna gelince de şunu belirtmem gerekiyor netlik kazanması için. Bizim burada resmi çalışma iznimiz yok. Birleşmiş Milletler’e ilk kayıt yaptırmaya gittiğim gün bana üstüne basa basa “burada çalışma iznin yok” dediler. Hatırlıyorum, bana o an Farsça çeviri yapan çocuk da gay bir mülteciydi ve “burada çalışma iznin yok” cümlesini çevirdikten sonra “öyle diyorlar ama kaçak çalışabilirsin” diye eklemişti.
E: Birtakım dernekler ve ufak çapta da olsa yardım mekanizmaları var, evet. Arada toplantılar düzenleniyor, örneğin bir psikolog gelip konuşma yapıyor. Ya da dernekler mültecilere dağıtmak için sınırlı fon buluyorlar mesela. Ama bu fonlardan yararlanman için bu toplantılara gitmen, kendini göstermen, seni tanımalarını, adını bilmelerini sağlaman lazım. Yoksa bir kayıt sistemi, senin orada olduğunu bilen, umursayan bir mekanizma yok. Kişisel ilişkiler üzerinden ilerliyor her şey. Dolayısıyla çalışmak zorunda olan mülteciler zaten dezavantajlılarken iyice dezavantajlı konuma düşüyorlar hep. Çünkü kendini gösteremediğin anda bu yardım ağlardan kopmuş oluyorsun otomatik olarak.
Dolayısıyla yeni bir ülkede hayat kurmanın ve gündelik hayatın zorluklarını göz önüne almayan göstermelik bir “göçmenlik sistemi ve desteği” ile de mücadele etmek zorunda kalıyorsunuz… Anlattıklarınıza bakılırsa da bunun çok sınıfsal bir altyapısı da var gibi duruyor.
R: Aynen söylediğin gibi. Bir kere kayıt olduktan sonra biz ne yiyoruz ne içiyoruz, öldük mü kaldık mı ASAM’ın umurunda değil. Nedense Birleşmiş Milletler’in kafasında “İranlı mülteciler zengin ve onlara ailelerinden para geliyor zaten” gibi bir imaj var. Evet, az da olsa böyle bireyler de var İran’ın daha üst sınıflarına mensup olup buraya gelen ve geçinmek için çalışmak zorunda olmayan. Bu bireyler çalışmak zorunda olmadıkları ve vakitleri olduğu için toplantılara da gidebiliyor, internetten dernek araştırıp bağlantı da kurabiliyor, yeni arkadaşlar da edinebiliyor, sil baştan bir CV yaratabilecek kadar farklı aktivitelerle de uğraşabiliyor. Biz ise günde 50 TL karşılığında 13-14 saat arası çalışıyoruz, aldığımız para da ancak kira ve yemeğimize yetiyor. Yani değil sosyalleşmek, sosyalleşmeyi düşünmeye bile vaktimiz olmuyor.
Bu bekleme süreci bahsettiğiniz gibi oldukça belirsiz. Peki bu süreç olumsuz sonuçlanırsa ne oluyor? Örneğin Türkiye böyle bir durumda size oturma izni veriyor mu?
R: Bu belirsizce bekleme sürecinde önümüzde dört tane seçenek var. Birincisi, çok paran olacak ve insan kaçakçılarıyla Avrupa’ya geçeceksin, ama bizde bu para yok! İkincisi yeni ortaya çıkan bir seçenek: Kanada’da sponsor bir dernek bulup Kanada’ya gideceksin. Bundan kasıt şu: Kanada devletinin sana “sunmakla yükümlü olduğu” iş bulma, sağlık hizmeti, barınma, eşya, yemek, bilet parası vs. gibi tüm ihtiyaçlarının bir senelik toplam bedelini karşılayabiliyorsan (ki bu yaklaşık 18 bin dolar civarı bir para ediyor), yani Kanada’daki LGBTİ+ dernekleri ya da sana sponsor olmayı kabul eden şahıslar bu parayı toparlayabilirse, senin tüm belge ve bürokratik işlerini hallediyor ve Kanada’ya yerleştirilmeni sağlıyorlar. Yani bu seçeneğin gerçekleşebilmesi için de tek yol para bulabilmek. Üçüncüsü Birleşmiş Milletler’le olan mülteci başvurumuzu kapatıp Türkiye’ye oturma izni için başvurabiliriz. Ama bunu yapmak istemiyoruz çünkü burada inanılmaz ayrımcılığa uğruyoruz. Son seçenek de İran’a geri dönmek, ki bu da bir seçenek değil aslında. Bir seçenek de beklemek ve sürekli evde oturup dua etmek!
Peki Birleşmiş Milletler nezdinde öncelikli mülteci statüsü olan LGBTİ+’lar olarak ABD’den başka bir ülkeye gitme şansınız yok mu? Kimi Avrupa ülkeleri bildiğim kadarıyla siyasi nedenlerle yapılan mülteci başvurularını hâlâ kabul ediyor. Sizin bu öncelikli statünüzü tanımıyorlar mı?
E: Bu sistem kurulduğundan beri, yani yaklaşık son 20 senedir sadece ABD ve Kanada LGBTİ mülteci başvurularını kabul ediyor. Ve çok nadir olsa da Avustralya. Avrupa ülkeleri üçüncü bir ülkede, yani Türkiye’de beklemede olan LGBTİ mültecilere olumlu cevap vermiyordu. Ta ki geçen seneye kadar. Geçen sene Kanada ve Amerika’nın artık İranlı LGBTİ mülteci almayacağı teoride olmasa da pratikte belli olunca, ilk kez yaklaşık 100 kişilik kalabalık bir İranlı LGBTİ mülteci grubu İspanya’ya yollandı. Bu birdenbire ve çok acayipti açıkçası. 5 senedir Türkiye’de ABD’ye gitmek için bekleyen, İngilizce öğrenen, ABD üzerine okuyan anlamaya çalışan, orada arkadaşları, partnerleri olan insanlar bir ay içerisinde apar topar İspanya’ya yollandılar. İspanya şu an yavaş da olsa hâlâ LGBTİ mülteci alımı yapmaya devam ediyor, Almanya ve İsviçre de yavaş yavaş kervana katılıyorlar şimdi. Ama onlar da pazardan domates seçer gibi “üç tane trans kadın yollayın” diyorlar mesela. Ben BM’den yetkililerle konuştuğumda bana yavaş yavaş alternatif ev sahibi ülke arayışına girmeye başladıklarını söylediler. Yani Avrupa’ya bir kayma var evet ama bu şekilde.
Türkiye’deki deneyimleriniz ve yaşadığınız güçlüklerden bahsedebilir misiniz? İran’da içinde bulunduğunuz koşullarla birebir benzerlik göstermese de aslında Türkiye de oldukça milliyetçi, ataerkil ve heteronormatif bir toplum. Sadece iktidardakiler değil muhalefet cephesindekiler de hem göçmen hem de LGBTİ+ düşmanı söylem ve politikaları besliyor ve ilerletiyor. Bu koşullarda hem “göze batan” mülteciler hem de “saklanmak zorunda bırakılan” LGBTİ+’lar olarak bu çelişkiyle nasıl baş ediyorsunuz, kendinizi nasıl var ediyorsunuz?
S: Burada yaşadığımız çok sorun var. En temel sorunumuz iş bulmak. İş bulmak zaten hep zordu ama özellikle son 1,5-2 senedir toplumun ve özellikle polisin LGBTİ bireylere karşı tutumunun büyük etkisi var bunda. Ev kiralamak bir diğer büyük problemimiz. Bir kere zaten kimse “yabancıya” ev vermek istemiyor, verdiklerinde de normalde aldıkları kiradan daha fazla kira istiyorlar.
R: Kız arkadaşım ve ben buraya geldiğimizde Türkiye’ye dair hiçbir şey bilmiyorduk. İlk başta sürekli iş aradık zaten ama dil bilmediğimiz ve yabancı olduğumuz için iş bulmak oldukça zor oldu. Her yere gidip “ne iş olsa yaparım” diyorduk ve gerçekten yaptık da. Çöplerden karton topladım mesela ve benim temizlik konusunda OCD (Obsesif Kompulsif Bozukluk) teşhisim var, düşünün! Bulabildiğim nadir işlerden biri de merdiven altı bir tekstil atölyesindeydi. Orada iki hafta çalıştırıldım mesela ve söz verilen 500 TL’mi alamadan işten çıkartıldım. Gerçekten çok zor günler geçirdik, yani regl olup cebimizde ped alacak paramızın olmadığı günler oldu.
Günün sonunda hiçbir yer insanın kendi ülkesi gibi olmuyor. Nereye gidersen git o “yabancı” kimliği bir kere üstüne yapışmış oluyor. Bizim buraya gelmemiz bir tercih değil zorunluluktu, öncelikle bunu farkında olmak gerekiyor sanırım. Ve de her iki kimliğimizin çakıştığı noktada gene çalışma koşullarına geri dönmüş oluyoruz. Yaptığım işlerden biri de fırında çalışmaktı mesela ve en büyük hayalim de sakal bırakmaktı. Bu aslında ne kadar basit ve insani bir şey gibi geliyor kulağa değil mi? Ama bunu yapamadım çünkü orada ilk başta kendimi kadın olarak tanıtmıştım ve işimi kaybetmemek için bir kadın gibi giyinmem, bir kadın gibi davranmam, bir kadın ses tonuyla konuşmam gerekiyordu. Dolayısıyla LGBTİ kimliğimi saklamak zorunda kaldım. Sonrasında bir kafede çalıştım ve o dönem hormonlar etkisini daha çok göstermeye başladığından sakal bırakabildim ve bu sefer de kendimi bir erkek olarak tanıttım. Ama gene LGBTİ diyemedim tabii. Ve bir kadın vücudunda bir erkek olarak çalıştığım için bu sefer de vücudumu saklamak zorunda kaldım. Beni erkek olarak gördükleri için fiziksel olarak daha ağır işlere, erkek şakalarına maruz kaldım…
Bunlar bir yana, yabancı olduğunu saklayamıyorsun tabii. Müşterilerden sürekli “bu kim böyle benimle bu ilgilenmesin” ya da “benim masama bu bakmasın” gibi tepkiler geliyordu. Ya da fırında ekmek alıp parayı önüme fırlatanlar, yüzüme küfür edip saygısızca davrananlar… Ki bu bahsettiğim koşullar, diğer mülteci arkadaşların koşullarıyla kıyaslayınca iyi kalıyor.
Trans bireyler olarak sağlık hakkına erişim konusunda neler söyleyebilirsiniz? Genel olarak ne gibi muamelelere maruz kalıyorsunuz?
R: 10-11 ay önce Göç İdaresi bir açıklama yayımlayarak tüm mültecilerin sağlık sigortalarının kesildiğini duyurdu. Nedeni konusunda hiçbir fikrimiz yok. Öncesinde devlet hastanesine ücretsiz gidebiliyorduk. Şimdi ise sadece kanser gibi belirli önemli ve kronik hastalıklar için sigortamız olabiliyor, buna da dernekler bizim için dilekçe yazarlarsa erişebiliyoruz. Bunun dışında sağlığa erişim hakkımız elimizden alınmış durumda.
S: İki aydır diş ağrısı çekiyorum mesela ve artık sigortamız olmadığı için doktora gidemiyorum.
R: Sigortam varken de bir trans olarak devlet hastanesine her gittiğimde, ki jinekoloji bölümüne gidiyordum, beni hep kadınların beklediği bir odaya alıyorlardı mesela ve orada bekleyen hastasından doktoruna, hemşiresinden hasta yakınına kadar herkes gözünü dikip bana bakıyordu. Bu bakışlar o kadar kötü ki bir kez daha geri dönmek istemiyor oraya insan. Bunun haricinde doktorlarla olan deneyimim de oldukça kötü. Bu işin senelerce eğitimini almış ve yüzlerce hasta görmüş doktor bana “Rahmini aldırdın mı?” diye sormak istedi ve utanıp soramadı.
Özel hastaneleri çıkartırsak Denizli’de gidebileceğimiz iki tane devlet hastanesi var. Biri bu bahsettiğim, diğeri de Pamukkale Üniversite Hastanesi. Orada genç bir kadın hoca var ve bizimle gerçekten insan gibi ilgilenen tek doktordu. Ama bu nadir ve tesadüfi bir durum. Aynı hastanede başka bir hoca beni tomografi için odaya aldığında bütün stajyer doktorlarını odaya çağırıp hepsini benim genital bölgeme baktırdı. Ben buna rıza vermedim, bana sorulmadı bile! Sanki ben insan değil de acayip bir türmüşüm gibi… Bütün bu hastane süreçlerinde bizi çok üzen bir diğer şey de hastanede bize verilen tüm belgelerde ismimizin yanında statü olarak “vatansız” yazması.
Peki hormon tedavisi önemli ve sigorta kapsamına alınması gereken bir tedavi olarak sayılıyor mu?
R: Hayır. Şöyle anlatayım. Denizli’de bir Denizli LGBTİ Grubu var, oradan tanıdıklarımın bulduğu bir doktora gittim en son; onların tavsiye etmesinin verdiği rahatlıkla gidebildim. Kullandığım hormonun etkisini görmek için bana karaciğer testi yapıldı ve doktor hormonun ciğerime zarar verdiğini, tehlikeli bir durumda olduğumu ve acilen hormonu değiştirmem gerektiğini söyledi. Bana yeni bir hormon yazdı. Bu üç ayda bir kullanmam gereken bir hormon ve fiyatı 520 TL. Bu benim için inanılmaz pahalı ve sigorta bunu karşılamıyor. Birleşmiş Milletler bir süredir trans bireylere 750 TL aylık yardım vermeye başladı. O paranın bir kısmıyla alabiliyorum bu hormonu. Pek çok trans da İran’dan kaçak gelen hormonları kullanıyor maalesef, çünkü başka bir yol yok.
Ama sigorta varken de hormon tedavisine ulaşımımız zordu. İki sene önce doktora gittiğimde gene bana karaciğer testi yapıldı ve doktor bir hormon yazdı reçeteme. Bütün Denizli’yi aradık ve bu hormonu bulamadık. Bir arkadaşımız Ankara’da soruşturdu, orada da bulamadık. Sonradan öğrendik ki yan etkileri nedeniyle bu hormon Türkiye’de yasaklanmış. Doktor bana yasaklanmış bir hormon yazmış yani.
Çalışma koşulları, sağlığa erişim, gündelik hayatta yaşadığınız türlü türlü mağduriyet ve ayrımcılık konusunda başvurup destek alabileceğiniz herhangi bir kurum var mı? Bir ofis, bir dernek mesela?
R: Bize burada koruma sağlayan, şikâyet başvurusunda bulunabileceğimiz hiçbir mekanizma yok. 3 sene önce lezbiyen bir arkadaşımız tecavüze uğradı. Ne yaptıysak nereye gittiysek, polis de dahil, hiçbir şekilde devamı gelmedi. Polis bizi başından savdı. Ya da işyerlerinde haklarımız gasp edilince işverenlerimizden “Ne yaparsanız yapın, nereye isterseniz gidin benim başıma bir şey gelmez; kaçak çalışan göçmen sizsiniz” cevabını alıyoruz. Yani hayatın tüm alanlarında, atıyorum doktor sana bir şey yaptı, işveren hakkını gasp etti, tecavüze uğradın, dayak yedin… tüm bunlarla baş başayız. Günün sonunda Türkler Türkleri koruyor ve biz İranlı, yabancı, mülteci ve trans bireyler olarak sesimizi duyuramıyoruz.
Konuşmamız esnasında resmi kurumlar dışında Denizli’de var olan LGBTİ+ gruplarından da bahsettiniz. Bunu biraz açar mısınız? Denizli’deki LGBTİ+ aktivizmi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
R: Evet, zorluklara ve baskılara rağmen bir araya gelip bir şeyler yapmaya çalışan bir grup var. Geçen sene mesela ABD ve Kanada’nın LGBTİ mülteci alımını durdurmasını protesto etmek için eylem yapıldı, internette imza kampanyası düzenlendi, 75-80 kişilik toplantılar alındı, gidip ASAM’ın önünde fotoğraf çektirildi… Ama söylediğimiz gibi sınıfsal farklılıklar bu gruba aidiyet konusunda belirleyici oluyor genelde.
Konuşurken fark ediyorum ki Türkiye’deki feminist hareketin ve LGBTİ+ hareketinin bir bütün olarak sahiplenme ve dikkat çekme konusunda yetersiz kaldığı ve aslında oldukça sınıf ve mültecilik temelinde yükselen pek çok zorluk yaşıyorsunuz. Onur Haftası’nın bu seneki “Ben Neredeyim?” temasıyla da bağlantı kuracak olursam, siz LGBTİ+ mülteciler olarak neredesiniz? Bu hareketlere ne kadar ait hissediyor ve neresinde konumlandırıyorsunuz kendinizi?
R: Türkiye’deki göçmenlik ve mültecilik algısı şu an maalesef ki sadece Suriyeliler üzerinden şekilleniyor. Evet, bir kısmı yardım alıyor ama zaten almaları lazım. Bunun dışında çoğu çok kötü koşullarda, çok düşük ücretlere çalışıp geçinmeye çalışıyor bizim gibi. Onlara yapılan yardımlar bazı çevrelerce savaş mağdurluğu üzerinden meşrulaştırılıyor. Aslında bizim de bir savaşımız var. LGBTİ ve mülteci bireyler olarak insanca yaşama savaşı veriyoruz. Ama bu savaş içerisinde yaşadıklarımız ne mültecilik kapsamında ne de LGBTİ hareketi kapsamında görünen ya da tanınan bir savaş. Yani LGBTİ mülteciler olarak görünmez ve değersiz hissediyoruz.
Bu benim kişisel görüşüm tabii, herkes böyle hissediyor diyemem. Ama genel olarak LGBTİ bireyler birlikte daha güçlüymüş gibi bir algı var, yani LGBTİ’nin bir üst kimlik olarak kurgulanması ve diğer kimliklerin önüne geçmesi gibi. Ama ister istemez bu kurgunun içerisine yerleşmiş bir “vatandaşlık, vatandaş olma” hali de var hareketin talepleri ve söylemleri içerisinde. Bu noktada biz ne kadar istersek isteyelim tam bir aidiyet yaşayamıyormuşuz, kıyıda köşede kalıyormuşuz gibi geliyor bana. Buradaki ırkçılık ve milliyetçilik o kadar derin ki… Bu demek değil ki Onur Haftası yürüyüşlerine, 1 Mayıs yürüyüşlerine katılmıyoruz. Ama sadece bunlar üzerinden “biz neredeyiz” sorusunun cevabını ben de tam veremiyorum.
LGBTİ+ mülteciler olarak Türkiye’de verdiğiniz mücadeleye dair neler yapılabilir sizce?
R: Bir başlangıç bu sadece tabii ama bizim hakkımızda bilgi edinmek, haber yapmak, bu haberleri yaymak bile çok küçük gibi dursa da bizim için çok önemli ve içinde bulunduğumuz koşulların bir nebze de olsa düzeltilebilmesi adına bir baskı oluşturabilir. Örneğin elimizden alınan sağlığa erişim hakkı gibi.
Bu, şu açıdan da önemli. Evimizi özlüyoruz ama evimize dönemiyoruz. Buraya evimiz diyemiyoruz. Sürekli kötü muameleye uğruyoruz, sürekli başımıza bir şey geliyor. Şiddet, taciz, tecavüz gündelik hayatlarımızın bir parçası. Gitmek için bekliyoruz ama sonu olmayan ve belirsizliklerle dolu, elimizden hiçbir şeyin gelmediği bir bekleme hali bu. Söylediğim gibi şu an ABD ve Kanada’ya kimse gidemiyor, toplamda da zaten bir avuç insan gitti. Giderek artan tek şey ümitsizlik ve bu yüzden hepimiz ağır depresyon içerisinde yaşıyoruz. Bu “ne zaman gideceğiz?” sorusu herkes için türlü türlü kaygılarla kendini gösteriyor. Kız arkadaşım diyor ki “Ben ne zaman gideceğim ve eğitimime devam edip üniversite okuyacağım?” Ben diyorum ki “Ben ne zaman gideceğim ve ameliyat olup hayal ettiğim bedene ulaşabileceğim?”
Sadece LGBTİ hareketinin gündemi haline gelmek bile yapılabileceklerin en azı gibi görünebilir ama bu belirsizlikler içerisinde görünür olabilmek bile bizim için çok değerli. Hani sordun ya “Siz neredesiniz?” diye… Birinin bizim burada olduğumuzu bilmesi, “Ben buradayım ve benim burada olduğumu bilen birileri var” diyebilmek bile bizim akıl ve ruh sağlığımız için o kadar rahatlatıcı bir duygu olurdu ki…
E: Ben de şöyle bir ekleme yapmak istiyorum. İki sene önce İstanbul’da Onur Haftası haftası kapsamında bir sergi yapıldı ve Denizli’den iki LGBTİ mülteci arkadaş bu sergiye kendi eserleriyle katıldılar. Özel izinle İstanbul’a geldik sergi için ve Soru-Cevap kısmında biri “Kamp koşulları sanat üretiminizi nasıl etkiliyor?” diye bir soru sordu. Bir sessizlik oldu, mülteci arkadaşlardan biri “Biz kampta yaşamıyoruz ki… Biz Denizli’deyiz, sizin gibi ev kiralıyoruz, çalışıyoruz…” diye cevap verdi. Yani demem o ki, LGBTİ mültecilerin koşulları LGBTİ+ hareket içinde bile o kadar bilinmiyor ki… Ya da genel olarak mültecilerin koşulları. Mülteci eşittir Suriyeli eşittir kamp gibi bir algı var.
Sizin son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
R: İçinde bulunduğumuz dönemdeki en güncel mevzulardan biri koronavirüs olduğu için üçümüz adına bir şey anlatmak istiyorum. Üç ay önce Erdoğan Türkiye’nin Avrupa’ya olan sınırlarını açtığı zaman çok sayıda göçmen sınıra gitti. Biz de polis tarafından otobüse konulup zorla sınıra götürüldük. 53 gün kamp koşullarında, naylonlarla kendimize çadır yaparak sınırda kaldık. Hapsolduk daha doğrusu, çünkü dönmek istiyorduk ama dönemiyorduk, polis bizi zorla sınırda tuttu. Tam biz oradayken koronavirüs patladığı için kampı boşaltma kararı aldılar. Kampı boşaltınca bizi önce Malatya’ya götürdüler. Orada konteyner bir kampta “karantinada” kaldık iki hafta. Sonrasında önce Trabzon’a götürüldük, sonra da Ankara’ya. Ankara’da üç gün hapiste kaldıktan sonra bizi tekrar Denizli’ye getirip sokağın ortasında bıraktılar. Henüz bir ay gibi bir süre geçti sadece tüm bunların üzerinden. Tabii biz bu süreçte evimizi, tüm eşyalarımızı ve işimizi kaybetmiş olduk. Her şeye sıfırdan başladık bu son bir ayda.
Denizli’ye getirilip bırakıldığımızda sabah saat 5’ti. ASAM koronavirüs yüzünden kapalıydı zaten. Koronavirüs nedeniyle kimsenin evine gidip kapısını da çalamadık çünkü sınırdan gelmiştik, virüsü taşıyıp taşımadığımızı bile bilmiyorduk. 53 gün boyunca bir kere bile banyo yapmadık ve cebimizde 1 TL dahi yoktu. Ne yapacağımızı bilmeden sokaklarda dolandık saatlerce öylece. Öğleden sonra ASAM’dan telefon geldi. ASAM sınırda olduğumuzu biliyordu. Bize bir bağış bulduklarını ve bu parayla bir otele gidip bir hafta kalabileceğimizi söylediler. Bu bir hafta boyunca bir yandan ev aradık, bir yandan da ASAM’la sürekli telefondaydık “Bir ev bulalım ama cebimizde beş kuruş para yok, bu evi hangi parayla tutacağız” diye. Güç bela ASAM’dan bir destek aldık, “Tamam siz ev bulun, kirasını biz vereceğiz” dediler. Ama tabii bu sadece bir seferlik.
ASAM’ı her aradığımızda “bizim bütçemiz yok” deyip bizi pinpon topu gibi o STK’den bu STK’ye yönlendirdiler. Ama STK’ler de BMMYK’den ayda 750 TL trans hibesi aldığım için bana yardım edemeyeceklerini söylüyorlar. Beraber kaldığım arkadaşlarım STK’lerden ufak da olsa tek seferlik yardım alabildi. O parayla da haziran ayının kirasını ödedik. Bir hafta sonra bir sonraki ayın kirasını ödememiz lazım ve bunu nasıl yapacağız bilmiyoruz. Şu an evdeyiz ve virüs nedeniyle iş de bulamıyoruz. Önceden 10 tane mekân geziyorsak belki birinde iş bulabiliyorduk. Şimdi mekânlar boş, iş yok, olan işleri de biz yabancılara vermiyorlar zaten.
Son olarak da aynı STK’den bizi arayıp “Belediye A101’de kullanılabilecek aylık erzak kartları dağıttı, gelin hepinize kart vereceğiz” dediler. Aynı evde kalan üç kişi gittik ve sadece bir tane kart alabildik. Peki üç kişiye verilen aylık erzak kartının içinde ne kadar para var? 75 TL. Şu durumda BM’den sadece benim aldığım aylık 750 TL ile üç kişi geçinmeye çalışıyoruz. Bu parayla kira mı ödeyelim, karnımızı mı doyuralım, ben hormon ilaçlarımı mı alayım, yoksa koronavirüsün yayıldığı bu dönemde maske, dezenfektan gibi kişisel hijyen malzemesi mi alalım?
Bütün bunları anlatmak istedim çünkü bu bizim içinde yaşadığımız gerçeklik. İnsanların gözünde “Mülteci olarak Türkiye sana kapılarını açtı ve sorun çözüldü” gibi bir algı var ama kapıların açılmasıyla sorunlar bitmiyor. Biz nerede uyuyoruz, ne yedik, şiddete mi uğradık, polis baskısına mı uğradık, öldük mü kaldık mı… Kimse bu soruların cevabının mesuliyetini almıyor.
Sınırda yaşadıklarımızı KAOS GL İngilizce ve Türkçe olarak haber yaptı sadece. Ama bu süreci de ayrıca ve detaylı konuşup anlatmak isteriz başka bir zaman.
Evet, biz de ayrıca konuşmayı ve sınırda ve sonrasında yaşadığınız deneyimlerinizi dinlemeyi çok isteriz. Vakit ayırdığınız için çok teşekkürler!
* Konuyla ilgili etnografik bir araştırma yürütmekte olan ve söyleşimizi hem tercüme desteğiyle hem de yorumlarıyla zenginleştiren E.S.’ye çok teşekkür ederiz.
(1) Besic: Resmi adı Besic Direniş Gücü olan örgüt, İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun bir alt koludur ve devlete çalışan gönüllü gençlerden oluşur. İranlılar tarafından sivil ahlak polisleri olarak bilinirler.
(2) ICMC (The International Catholic Migration Commission): ABD Dışişleri Bakanlığı Nüfus, Mülteci ve Göç Bürosu’na (BPRM) bağlı çalışan ve Türkiye’den ABD’ye yönlendirilen mültecilerin göç işlemlerinden sorumlu olan sivil toplum kuruluşu.
(3) LGBTİ+ mültecilerin yerleştirildikleri şehrin sınırları dışına çıkabilmeleri için özel izin almaları gerekiyor.
İllüstrasyon: Star Plasma