İranlı bir LGBTİ+ mülteci olan ve yaklaşık beş senedir Türkiye’de BM tarafından ABD ve Kanada gibi “3. ülke”lere yerleştirilmeyi bekleyen R. ile ilk defa geçen sene Onur Haftası kapsamında bir söyleşi gerçekleştirmiş, Türkiye’de LGBTİ+ mülteci olmak, gündelik hayatta karşılaştıkları zorluklar, belirsizliklerle dolu bekleme süreçleri, Türkiye’deki LGBTİ+ hareketi ve bu hareket içerisindeki konumları üzerine konuşmuştuk.
Bu söyleşide, R. ve iki arkadaşının polis tarafından zorla Yunanistan sınırına götürüldüklerini öğrenmiş, sadece sınırda yaşadıklarıyla kalmayan ve tam da koronavirüs krizinin patlak verdiği dönemde gerçekleşen yaklaşık iki aylık zorla alıkoyulma süreçlerini ayrıca konuşma sözü vermiştik. Sürecin birinci yıldönümünde söyleşimizin ikinci kısmını sizlerle paylaşıyoruz. Söyleşinin birinci kısmını buradan okuyabilirsiniz.
Söyleşi: Sena Aydın
Sınırda sizi ziyarete Kaos GL geldi, LGBTİ+ bayrağı açtınız… Başka LGBTİ+’lar da var mıydı orada? Ya da genel olarak insanların buna tepkisi ne oldu? Desteklediler mi yoksa LGBTİ+ olmanız nedeniyle ayrımcılığa mı maruz kaldınız?
R: Bir gün gene sınırda herkes toplandı ve slogan atılıyor. F. öne geçti ve gökkuşağı bayrağı açtı. Biz de yanına gittik bir şey yapmasınlar diye. Orada kimse bayrak açmıyordu; bu kural gibi bir şeydi. Biz hepimiz göçmeniz, herhangi bir örgütün, partinin altında burada değiliz anlamında. Gökkuşağı bayrağını görünce Afgan bir çocuk koşarak yanımıza geldi, “Bu ne, indirin bu bayrağı” diye. Bilmiyor ne bayrağı olduğunu! Biz de ona “Bu kadın bayrağı, burada kadınlar da var demek için açtık” gibi bir şey söyledik toparlamak için. O da “O zaman çok iyi, evet kadın hakları da çok önemli” falan diye gaza geldi! Sonra İranlı bir çocuk geldi yanımıza “Bakın buradakiler bilmiyorlar bu bayrağı ama öğrenirlerse size çok eziyet ederler, burada barınamazsınız LGBTİ+ olarak, o yüzden yapmayın bence kaldırın bayrağı” dedi. Bunun üzerine F. bayrağı katlayıp sweatshirtünün içine sakladı. Arkalardan dolanarak çıktık sonra oradan.
Bir yandan şunu da söylemem gerekiyor. Ormanda ve çadırlarda sürekli gasp, tecavüz, şiddet olayları yaşandığını duyuyorduk. O yüzden korktuk biz de gelip bizim çadırımızı da bulurlar, bize eziyet ederler diye. O yüzden kendimizi çok göstermedik.
İranlı LGBTİ+’lar da vardı. Ama Suriyeli ve Afgan LGBTİ+ da çok gördük. Biz o bayrağı açtıktan sonra kampta tanınıyor gibi olduk sanırım. Görünüşüne bakarak bu LGBTİ+’dır dediğimiz insanlarla bir daha ne zaman karşılaşsak, yanlarından geçsek… bize tanır gibi baktılar. Anlatması zor, karşılıklı anlaşılan, bakışarak tanışıklık gibi diyeyim… Bir konuşma, tanışma gibi bir şey olmadı ama. Zaten Arapça bilmiyoruz, bir de böyle bir bariyer var. Ama Kaos GL’den orada bizden başka LGBTİ+’lar da var diye duyduk.
Bütün bu anlattıkların tam Covid-19’un ilk patladığı dönemde yaşandı. Covid-19’a gelene kadar zaten pek çok diğer hastalık ve sağlık sorununun ortaya çıkmasına müsait koşullara maruz kalmışsınız. En basitinden bu kadar insanın tuvalet ihtiyacını gidermek ya da giderememek bile pek çok bulaşıcı hastalığın yayılmasına zemin hazırlar. Sağlık ve hijyen koşulları açısından herhangi bir önlem var mıydı kampta?
R: Oraya ilk vardığımızda sadece bir tane seyyar minibüs vardı, kadın erkek ayrı olmak üzere tuvalete dönüştürülmüş. Binlerce insanın kullanması için düşünün! Ben hiç kullanmadım bile o tuvaleti, zaten sürekli sıra vardı önünde ama gitmek istemedim. Bir hafta falan sonra 10 tane portatif tuvalet getirdiler. Bu kadar kalabalık bir ortamda 10 tuvalet de yeterli değildi tabii. Biz zaten hiç o tuvaletlere gitmedik. Hep ormana gittik tuvalet ihtiyacımızı gidermeye.
Ve tuvalet ihtiyacı konusu, ormana gitmek özellikle benim için oldukça zordu. Çünkü erkekler genelde çadırlarının arkasına geçiyor ve fermuarlarını indirip işiyorlar. Benim sakalım var ama kadın gibi oturarak işemem gerekiyor. Bu da 20 dakika ormana yürümek ve de iyice gözlerden uzak bir yer seçmek, bulmak demek. Bu ufak gibi geliyor ama insanın psikolojisini oldukça etkileyen, benim için oldukça yıpratıcı bir durumdu.
Sabahları uyanıp bir şişe su dolduruyorduk. Ormana gidip çiş yapacağız, elimizi yüzümüzü yıkayacağız diye. Önce 20 dakika yürüyorduk, sonlara doğru bu süre daha da uzadı tabii çünkü o kadar her yer dışkıyla doluydu ki iyice içerilere yürümek gerekiyordu. Zaten hep kalabalık, herkes ormana tuvalete gidiyor, biz hep kuytu bir köşe bulmaya çalışıyoruz. Eh 20 dakika ormana git, yer ara, bul, işe, elini yüzünü yıka, 20 dakika da çadıra geri yürü… Zaten geri geldiğimizde bir daha çişimiz gelmiş oluyordu!
Peki dönüş sürecinize geçecek olursak… Maruz kaldığınız koşulların kampla sınırlı kalmadığını, dönüş sürecinde de ciddi baskı ve kötü muameleye maruz kaldığınızı biliyorum. Nasıl başladı her şey? Kampın kapıları ne oldu da açıldı? Nasıl boşaltıldı orası? Sonrasında neler oldu? Bu süreçten de bahseder misin?
R: Bir gün biz çadırda otururken kocaman bir otobüs geldi ve şoför bağırmaya başladı “İstanbuuuul” diye. S. inanılmaz heyecanlandı duyunca, kalkıp bakmaya gittik. Şoför tam böyle dolandırıcı, güvenirsin kafanı keser tipinde bir adam. Ne kadar diye sorduk. “Kişi başı 100 lira ama seni çok sevdim sana 60 olsun” cevabını aldık. Buradan da belli zaten. Tanıyor musun ki beni, niye sevdin, neyimi sevdin durup dururken! S. gidelim dedi ama adam belli yalan söylüyor. Ben de “Bu otobüs bir dolsun, gidenler gitsin, biz de ikinci grupla gideriz” dedim. Otobüse binenlerden biriyle de numaralarımızı aldık, “İstanbul’a varınca bize bir mesaj at” diyerek. Sonra öğrendik ki otobüse binenleri Meriç nehrinin kenarına götürmüşler ve bota binmeye zorlamışlar sınırı geçsinler diye.
E: Bu devletin göçmenleri bilerek ve isteyerek insan kaçakçılarına teslim etmesinden Göçmen Dayanışma Ağı’nın raporunda da bahsediliyor.
R: Sonra bir gün gene çadırda oturuyoruz… Biri megafonla çok yüksek sesle Arapça bir anons geçmeye başladı. Biz anlamadık tabii, sorduk soruşturduk. Anons diyormuş ki “Saat 5’e kadar buradan gittiniz, gittiniz. Gitmezseniz biz sizi başka bir yere nakledeceğiz.” Bu anons yapıldığında saat 4:30. Biz zaten eşyalarımızı toplayıp barikatlara kadar yürüdük desek saat 5 oluyor. Bu arada alana traktörler girdi ve çadırları ezmeye başladı. Gitmek istemeyenler, özellikle Suriyeliler, Yunan sınırına yığıldılar. Bir kısım ormanı ateşe verdi. Bu arada Yunan sınır polisinin yanına Yunan ordusu da geldi. Onlar o taraftan gaz atarken diğer taraftan Türk polisi de mültecileri sınıra sıkıştırmaya çalışıyor. Bu arada ormandaki yangın büyüdü, itfaiye geldi. Bir tarafta yangın, bir tarafta gaz, bir tarafta polis… Biz anladık ki artık orada duramayız. Barikatlara yürüdük. Baktık sıra sıra otobüsler gelmiş, insanlar sıraya girmiş. Oradaki Göç İdaresi’nden insanlara ve polise otobüslerin nereye gittiğini sorduğumuzda bize “Biz bunu sizin için yapıyoruz. Biz Yunan polisi gibi değiliz. Size eziyet etmek için yapmıyoruz. Korona yüzünden kampı boşaltıyoruz. Sizi buradan otele götüreceğiz” dediler.
O zaman tamam gidelim dedik. Otel lafını duyunca da sevindik çünkü kampa geldiğimizden beri bir kere bile duş almamışız! Oradan da biz kendimiz bir şekilde Denizli’ye geçeriz diye düşündük. Bu arada Antalya’daki evimizin anahtarı kimsede olmadığından ev sahibi gelmiş… Eşyalarımızı, kedilerimizi her şeyimizi sokağa atmış, Antalya’da da bir evimiz yok yani artık. O yüzden Denizli’ye dönmek en mantıklısı…
Otobüse bindik. 22 saat boyunca otobüsteydik. Bu kadar saat hiç su vermediler bize. Toplamda sadece bir kez tuvalet molası verdik yola çıktıktan sonra. O zaman da ne su içmemize ne sigara içmemize izin verdiler. Tüfeklerle beklediler başımızda hızlıca tuvalete girip çıkalım hemen diye.
Yolda ben sürücünün hemen arkasında oturuyordum. Yol boyunca ona nereye gidiyoruz diye birkaç kez sordum. O da her seferinde “Sizi otele götürüyorum” diyor ama pis pis sırıtıyor bunu söylerken. Yani anladım garip bir şey var. Korku filmi gibiydi. 22 saat boyunca aç, susuz nereye gittiğimizi bilmeden gidiyoruz. Tam bir psikolojik savaş… Şoförün telefonu çaldı bir ara, ben hemen kulak kesildim. “N’apayım? Gidiyoruz işte… Malatya’ya doğru yoldayız…” gibi bir şeyler duydum. Ben önce yanlış duydum zannettim, çünkü 4-5 senedir buradayım, Malatya diye bir şey hiç duymamışım. Sonra telefonuma Malatya yazınca gördüm ki Malatya diye bir şehir var! Fransa’dan gazeteci bir arkadaşım var. Ona yazdım hemen, “Bizi Malatya’ya götürüyorlar, sen biliyor musun ne var orada, niye oraya götürüyorlar bizi?” diye. Bana dedi ki “Eyvah! Sizi Malatya’da Suriyeliler için yapılmış konteynır kampa götürüyorlar büyük ihtimalle…”
Ben bunu duyunca çok korktum. Ama F. ve S.’ye hiçbir şey söylemedim, çünkü zaten çok kötülerdi, iyice morallerini bozmak çökertmek istemedim onları. Sonuç olarak Malatya’ya vardık. Bizim gibi dört otobüs daha vardı. Varınca bizim şoför kontağı kapattı, kendisi otobüsten indi, kapıları da kapattı. Bizi otobüsün içinde öylece bıraktı yani!
Diğer dört otobüs bizim önümüzde. Sırayla herkesi indirip tek tek ateşlerine bakıyorlar korona için. Bir buçuk saat kilitli bir şekilde otobüste bekledik. Sıfır oksijen tabii… Havasızlıktan, sıcaktan nefes alamıyorduk artık bir noktada. S. tepedeki çıkışı kırdı biraz olsun içeriye hava girebilsin diye… O kadar kötüydü.
En sonunda sıra bize gelip de bizim otobüste ateşimizi ölçmeye başladıklarında makineyi kimin alnına dayasalar dıt dıt dıt ötüyor tabii. 22 saat su içmemişiz, bir buçuk saat otobüste havasız kalmışız… Herhalde alarm verecek ateş ölçer… Kendi aralarında “bunlar hasta” diye konuşmaya başladıklarını duyunca artık ben isyan ettim. Türklere karşı klasik stratejimi kullanarak “Siz Müslüman değil misiniz” diye girdim, bu konuda çok hassaslar çünkü. “Müslümanız tabii” dediklerinde “O zaman bize bir yudum su verin, 22 saattir susuzuz” diye bağırıp isyan ettim resmen. “Nereden bulacağız suyu?” dediklerinde, dedim “Siz kapıları açın, bizim bagajda suyumuz var.” O zaman oradaki doktor da “Tamam herkes bir insin otobüsten, bir hava alsın, sigara içsin sakinleşsin” dedi. Herkes bir çıkıp hava alıp, su, sigara içip kendine gelince tekrar ölçtüler ateşimizi. Herkesin ateşi normal çıktı bu sefer.
Bu fasıldan sonra konteynır kampa girdik. Girmeden herkesin elinden telefonlarını aldılar. Ama ben gizlice bir tane sokabildim. Her gruba bir konteynır verildi. Bize iki hafta orada kalacağımız söylenmişti ama toplamda 21 gün orada kaldık. Konteynırlar inanılmaz pisti. Önceden kullanılmış ve oldukları gibi bırakılmışlar, kimse de bir daha girip içlerini temizlememiş biz gelmeden. Bunları da fotoğrafladım ben.
Peki 21 gün sonunda ne oldu? Nasıl dönebildiniz Denizli’ye?
21 günün sonu tam şehirlerarası yolculuğun yasaklandığı döneme denk geldi. O yüzden bize izin belgesi vermeleri gerekiyordu Denizli’ye dönebilmemiz için. Bizi Malatya’dan sonra ilk olarak Gümüşhane’ye götürdüler. Orayı da hiç duymamıştım daha önce. Orada bizi bir parkın önünde indirdiler. Bir basketbol sahası vardı. Hepimizi onun içine soktular. Kimliklerimizi toplayıp bizi öylece güneşin altında dört saat beklettiler ki biri kimliklerimizi Göç İdaresi’ne götürüp işletip geri getirsin seyahat izni için.
Seyahat izinleri gelince bizi tekrar otobüse bindirdiler. Bu sefer de Trabzon’a götürdüler. Korona döneminde Türkiye’yi gezdik yani! Sonra bizi Trabzon ASAM’dan aradılar; otobüste üç LGBTİ+ olduğumuzu bildiklerini ve bizden haberleri olduğunu söyleyip size burada bir otel ayarlayacağız dediler. Biz de sevindik tabii, en azından bir otelde kalabileceğiz, dinlenebileceğiz gerçekten diye. Ama otobüs bizi götürüp terminale bıraktı, artık buradan kendi şehrine bilet alıp dağılınacak diye. Bütün otobüs indik aşağıya ama terminal koronavirüs nedeniyle kapalı; kapısına da kocaman yazmışlar “Koronavirüs nedeniyle hizmet verilmiyor” diye! Hepimiz kalakaldık tabi. O sırada bizi tekrar ASAM’dan arayıp otelin adresini verdiler. Kâğıt kalem hiçbir şeyimiz yoktu ama o anın sevinciyle direkt ezberledim adresi. Bir taksiciye sorduk; beş dakika mesafede, 15 TL alırım dedi. Bindik taksiye otele gittik.
Otele girişimiz cennete girmek gibiydi. Çok garipti o kadar zaman ormanın içinde, çadırda, konteynırda olup sonrasında otele varmış olmak. Otel diyorum ama mutfağı vardı, çamaşırhanesi vardı… Misafir evi gibiydi daha çok. Altında bir market vardı oranın. Haftalardır meyve yememiştik, markete girip bir portakal aldım. Bizimkilere dedim ki “N’olur pirinç alalım, akşam güzel bir pilav pişirelim.” Ufak şeylere hasret kalmışız.
Marketten alışverişi yapıp dönünce ilk F. duşa girdi, sonra S., sonra ben. Haftalardır duş da almamışız, o yüzden bir giren 30-40 dakikadan önce çıkmıyor tabii! En son ben girdim. Bunu çok uzatarak anlatmak istemiyorum ama hissimi de anlamanı istiyorum: Hem Edirne hem Malatya çok soğuktu. O kadar soğuktu ki o sıcak suyun altına girince sanki bütün kemiklerim çözülmüş gibi hissettim. Tam ben duştan çıktım havluyu sardım telefon geldi tekrar Trabzon ASAM’dan. Hatta gene sabah bize otelin adresini veren kadın vardı ve bize programın değiştiğini, orada kalamayacağımızı, tekrar terminale gitmemizi ve otobüsün bizi Ankara’ya götüreceğini söyledi. Bir taraftan da ocakta pilav oluyor hâlâ! Kadına dedim ki, “Biz daha yeni duş aldık, bütün çamaşırlarımızı da makineye attık, havlularla oturuyoruz, giyip gelecek kıyafetimiz yok!” “İyi tamam, gelmiyorsanız görüşürüz” dedi kapattı telefonu. 10 dakika sonra tekrar aradı. “Gelmek zorundasınız, çünkü biz sadece bugün ve yarın olmak üzere iki gün otel parası verdik ama yarın da kalırsanız hafta sonu araya giriyor. Terminal zaten kapalı, o yüzden kendiniz gitmek isteseniz de gidemezsiniz. O yüzden bu otobüsle gitmek zorundasınız,” dedi. Bu otobüs dediği de bizi oraya getiren otobüs! “Biz de gitmek istiyoruz ama giyecek kıyafetimiz yok” cevabını verdim ben de. “Ben size kıyafet ayarlayıp getireceğim” dedi kapattı telefonu.
15 dakika sonra kıyafetlerle geldi, onları giyip terminale gittik. Otobüs orada, bizi getiren iki şoför orada… Bir de Belediye Başkanı oradaydı ki çok iyi bir insandı, bize yemek getirdi, defalarca özür diledi… Benim şimdiye kadar karşılaştığım ve bize insanca davranan nadir Türklerdendi diyebilirim. Otobüsün bizi Ankara’ya götüreceğini, herkesin kendi şehrine Ankara’dan dağılacağını söyledi.
Biz gene sevindik tabii, tamam madem Ankara’ya gidelim oradan Denizli’ye geçeceğiz en sonunda diye. Ben bir yandan arada telefonumdan haritadan takip ediyordum yolu bu sefer. Otobüs yaklaşınca Ankara şehir merkezi sapağına girmek yerine devam edince tekrar haritayı açtım. Bir yere doğru gidiyoruz ama alan haritada tamamen kapalı gözüküyor, hani askeri alanlar falan var ya haritada gözükmüyorlar… Anlamadım tabii, saf saf belki benzini bitmiştir, benzin alacaktır, belki burası kestirme yoldur diye düşünüyorum kendi kendime. Sonra bir baktık bizi koca duvarlarla çevrili, parmaklıklı binaların olduğu bir yere getirdi. Girişteki tabelada da “Gerçek Geri Gönderme Merkezi” yazıyor.
Biz hepimiz çok korktuk tabii. Bir yandan tabelada yazandan, bir yandan binalarda demir parmaklıklar arkasından bize bakan insanları görüyoruz. Otobüste insanlar bağırıp ağlamaya başladılar tabii. Kimisi “İnmeyeceğim bu otobüsten” diye ağlıyordu. Sonra 7-8 tane jandarma geldi ellerinde tüfekler ve yanlarında kocaman köpeklerle. “İnmeyeni vururuz” dediler direkt ve herkesi zorla indirdiler otobüsten. F. sorup öğrenmeye çalıştı niye bizi buraya getirdiler, bizden ne istiyorlar diye. O anda o kadar emindik ki bizi önce burada bekletecekler ve sonra da sınır dışı edecekler diye.
Sonra jandarma dedi ki “Yarın ve öbür gün hafta sonu. Sokağa çıkma yasağı var. Sizle bir işimiz yok, sınır dışı falan edilmeyeceksiniz. Sadece sokağa çıkma yasağı bitene kadar burada kalacaksınız. Telefonlarınızı falan da hiçbir şeyinizi almayacağız.” Bu şekilde oraya girdik. Hapishane gibi diyeceğim ama gibisi yok bildiğin hapishaneydi orası. Bize bir tane oda verdiler. Daha sonra biri eşyalarımızı aramaya ve telefonlarımızı toplamaya geldi. Ama ben bir tane telefonumu gizlemeyi başardım her zamanki gibi.
İlk başta üçümüz aynı odadaydık. Ama eşyaları arayıp telefonları toplamaya geldiklerinde F.’nin üzerinde bir çakmak buldular üstünde LGBT yazan. F. de “Lütfen onu benden almayın. O şahsi bir şey ve hatırası var” dedi. Polis üzerindeki yazı ne peki diye sorup da onlardan biri “Bunlar ibne işte” diye araya girince F.’yi bizden ayırıp başka bir yere koydular.
Toplamda üç gün kaldık orada ve çok anlatmak istemiyorum… Geçirdiğimiz en kötü zamandı… Bizi de ayırıp başka bir odaya koydular sonra. Biz bir taraftan bağırıp kapıyı yumrukladık, bir taraftan F.’nin sesini duyduk. O da demir parmaklıkların diğer tarafından bağırıyor… Kötüydü, çok kötüydü.
Üç günün sonunda bizi otobüse koyup Denizli’ye getirdiler. Saat sabah 5. Cebimizde para yok. Korona var. Her yer kapalı. Tuvalete gitmemiz lazım. Üzerimizde adam gibi kıyafet yok… Çınar Meydanı’nda oturup bekledik sadece makul bir saat olsun da birini arayabilelim diye.
İlk yaptığımız söyleşiyi de tam burada bırakmıştık zaten. Sabahın 5’inde Denizli’de bırakılmanızda… Kamp sonrası süreçte sizi bir şehirden diğerine götürüp durdular “korona var” diye. Peki, tüm bu süre zarfında size maske, dezenfektan gibi kişisel hijyen ürünlerini sağladı mı devlet?
Edirne’ye ve sonrasında Malatya’ya giderken hiçbir şey vermediler. Malatya’dan Gümüşhane’ye giderken maske verdiler. Onca saat yolda kişi başı birer tane maske. Bir yerden sonra da yırtılıyordu zaten maskeler. Ama dezenfektan hiç vermediler. Ama mucizevi bir şekilde korona da olmadık! Göz yaşartıcı gaz sayesinde sanırım!
Senin için anlatması bile zor olan, fiziksel, zihinsel, ruhsal açıdan ne kadar yıpratıcı olduğunu tahayyül bile edemediğim bu yaklaşık iki aylık süreci bizimle paylaştığın için çok teşekkürler.
Çok zorlu bir süreçti, evet. Bir de sonrasında arkamızdan “Kendileri isteyerek gittiler, bize zorla götürüldük diye yalan söylüyorlar” diye konuşulduğu geldi kulağımıza. Hatta S. bir dernekte yaşadıklarımızı anlatınca, “Hiç öyle şey olur mu ya zorla insanı götürürler mi, siz kendiniz gitmişsiniz belli ki” diye açık açık yüzümüze söyleyenler de oldu. Kim bile isteye bu yaşadıklarımızı yaşamak ister. Her şeyi geçtim, hayvanı olanlar bilir… Hayvanlar çocuklarınız gibidir, onları nasıl öylece aç susuz bırakıp gidelim! Kimseyi de ikna etmeye çalışmadık bir yerden sonra. Bizi tanıyan, bilen, seven insanlar anladılar ve inandılar zaten başımıza ne kadar büyük bir bela geldiğine. O bize yeter. Şunu da söylemek isterim: Ben yaklaşık 5-6 senedir buradayım. Ne anlatıyorsam hepsini kendi yaşadıklarım ve tecrübelerim üzerinden söylüyorum. Anlattığım şeyler kötülemek ya da şikâyet etmek için abartılmış, uydurulmuş şeyler değil. Gördüğüm, yaşadığım şeylerin iyisini de söylüyorum, kötüsünü de…
Bunu bu şekilde belirtmen bile sürecin kendisi bitse de travmasının, baskısının, suçlamalarının bitmediğini gösteriyor, bu gerçekten çok üzücü. Zaten en başından yaşadıklarınızı bu şekilde “isteyerek-zorla” ikilemi üzerinden kurmak baştan yanlış diye de düşünüyorum ben. Sonuçta sınıra kendi istekleriyle giden insanlar da geride güllük gülistanlık bir hayat bırakıp gitmediler. Yaşadıkları sefaletten, çalışma koşullarından, hükümetin onları terk ettiği zorluklardan, baskılardan, ayrımcılıktan kaçma umuduyla, daha iyi bir hayat umuduyla gittiler.
Evet haklısın. Bir dahaki sefere de çalışma koşulları, iş bulma, özellikle de pandemide çalışma koşullarımız hakkında konuşabiliriz. Ben her türlü işte çalıştım, pek çok iş kolunda tecrübem oldu, fırın, kafe, tekstil fabrikası…
Çok seviniriz. Tekrar çok teşekkürler!