İstanbul Maratonu’nun hemen akabinde doğa, kent ve koşu üzerine deneyimlerimizi konuşmak üzere Beste ile bir söyleşi yapmaya karar verdik. Beste, Tuz Gölü’nde 100 mil koşusunu taze bitirdi ve ben de İstanbul Maratonu’nu… Kadınlar olarak sporla, bedenlerimizle kurmaya çalıştığımız ilişkinin başka kız kardeşlerimizin ilgisini çekmesi ve ilham olması dileğiyle iyi okumalar.
Gizem: Sevgili Beste, öncelikle söyleşi isteğimi kabul ettiğin için çok teşekkürler. Sohbetimize başlamadan, kadınlar ve koşma denince ilk akla gelen isimle giriş yapmak istiyorum. Bu isim Kathrine Virginia Switzer. Kadınların koşuyla olan bağı çok daha eskiye dayansa da, ilk kez resmi bir maraton koşusuna katılmayı kafasına koyup yarışa başlayan ve itiş kakışla da olsa 42 kilometre 195 metreyi tamamlayan Kathrine oldu. O yılların Amerika’sında kadınların maraton ve koşulara katılma hakkı bulunmuyordu. Koşular sadece erkeklerin katılımına açıktı, kadınların bunu başarabilecek güce sahip olmadıklarını düşünüyorlar ya da kendi uzmanlık alanlarını kadınlara kaptırmak istemiyorlardı belki de. Kathrine 1962’de Boston Maratonu’nda sadece kendi için koşmadı aslında, onun maratona katılabilmesi ve bitiş çizgisine gelebilmesi tüm kadınlar için çok önemli bir adım oldu. Hem de koşu dünyasındaki erkek egemen tahakkümü kırmış oldu. Şimdi senin tecrübeni dinleyelim. Sen koşmaya nasıl başladın? Seni koşmaya iten motivasyonların nelerdi?
Beste: Sevgili Gizem, ben teşekkür ederim bu söyleşi fikri için. Kadın ve koşu üzerine konuşmaya başlamak için daha iyi bir isim olamaz. Kathrine Swizter’in 1967 Boston Maratonu’nda 261 göğüs numarasıyla arkasında onu parkurdan itmeye çalışan hakemler ve desteklemeye çalışan birkaç erkek koşucu ile olan fotoğrafını bir kez görüp unutmak mümkün değil. Kathrine’in yüzündeki o kararlılık bugün bile ilham verici. Benim koşmaya başlamam yeni sayılır, yaklaşık iki senedir koşuyorum. Öncesinde doğa sporları, fitness ile ilgilendim ama koşu bunların içinde öne çıkmadı bir şekilde. Sanırım koşunun verdiği o özgürlük duygusunu keşfetmem beni motive etti, ama en çok patikalarda ve ormanlarda koşmak, doğaya yakın olmak bambaşka bir duygu. Amatör olarak katılabildiğimiz patika koşu yarışları var, çok farklı doğa ortamlarında bu güzel tecrübeleri yaşayabilme fırsatımız oluyor. Koşuya başlarken bir gruba vs. dahil olmadım, hep yalnız koştum. 2021 Likya Ultra Maratonu’nda Vegan Runners grubundan Fıratali ile tanışmamla birlikte onlara dahil oldum. Vegan sporcuların bizzat kendi sportif performanslarının vegan aktivizmlerinin bir parçası olması bana çok anlamlı geliyor. Böylece özellikle patika koşusu gibi doğayla çok daha derinden bağ kuran bir sporda doğayı, yaşamı ve türlerin eşitliğini savunmak en büyük motivasyonlarımdan biri oldu.
Gizem: Sana katılıyorum; ben de doğada, parkta, yeşil alanda koşmanın verdiği terapi hissini kelimelere dökmekte zorlanıyorum. Arkadaşlarıma “bedenimle randevum var” diyorum, gülüşüyoruz… Aslında kadınların sporla ilişkisi büyük ölçüde kilo ekseninde kuruluyor. Reklamlar, kıyafetler her zaman zayıf ve güzel kadınlar için. Koşu da kilo vermeye yardımcı olabilir pekâlâ ama erkek egemen dünyanın normlarına göre koşmak yine de kadınlara pek hak görülmüyor gibi…
Beste: Kesinlikle, bir dakikalığına o eril gözlüğü takıp bakayım, yok… Koşu kesinlikle o sporlardan biri değil. Tehlikeli çünkü, özgürlükle çok yakından ilgili.
Gün geçtikçe özgürlük çemberimizin daraldığını görüyoruz. Her yerde özgürleşmeden “kurtarılmış bölgeler” ile bir yere varamayacağımızı anlamamız lazım.
Gizem: Aynen öyle, koşmak epey cüretkâr bir şey. Bir kere sokakta yapılıyor! Sen bir kadın olarak koşmanın erkeklerin deneyiminden daha farklı olduğunu düşünüyor musun? Örneğin geceleri koşabiliyor musun? Ya da koşarken hiç kıyafetinle, görünüşünle ilgili rahatsız edildiğin oldu mu?
Beste: Oldu tabii, olmaz mı. Geceleri koşuyorum, istediğimi giyiyorum ama ne pahasına?! Bunlar beni yıldırmadı, daha kötü şeyler de başıma gelebilirdi farkındayım ama kendimce dikkat edip günü kurtarmaya çalışıyorum. Kadına yönelik şiddet sadece antrenmanlarda olmuyor, yarışlarda bile karşılaşabiliyoruz. Örneğin geçen sene İda Ultra Maratonu’nda bir kadın koşucunun parkurda yaşadığı saldırı olayı beni çok etkiledi. Ben o yarışta 66 km koşuyordum, olay 114 km ile 66 km parkurunun ayrıldığı yerin biraz ilerisinde olmuştu, bir saldırı olayı. “Daha kötü olabilirdi” düşünceleri insanın yakasını bırakmıyor bu durumlarda. Bazı bölgelerde istediğini giymeyi bırak koşamazken bile gün geçtikçe bu “bazı bölgeler” sınırının genişlediğini ve özgürlük çemberimizin daraldığını görüyoruz. Her yerde özgürleşmeden bu şekilde “kurtarılmış bölgeler” ile bir yere varamayacağımızı anlamamız lazım. Kadınların koşu deneyiminin erkeklerden farklı olduğu algısı bence en çok erkeklerin kafasında olsa gerek, korunmaya daha açık ve güçsüz olarak algılıyorlar kadınları. Bunu görmek zor değil, verdikleri ve çoğu zaman kendini açıklayan “öğütlerle” (mansplaining) ve koruma teşebbüsleriyle yarışlarda bile hissettiriyorlar. Bunların bir kısmını bilinçli olarak yaptıklarını sanmıyorum, toplumun onlara öğrettiklerini sorgulamadan uygulamalarından olsa gerek. Kadın olarak da çıkış yolunu kendimi yargılarken başkalarının değer yargılarından ziyade kendi değer yargılarımı kullanmakta buldum.
Gizem: Aynen öyle, bu açıdan ilhamımız Kathrine’e yeniden dönmek istiyorum. Kathrine şöyle diyor: “Yarış sırasında büyüdüm ben. Boston Maratonu’na genç bir kız olarak başladım, yol boyunca büyüdüm, sonlarına geldiğimde olgun bir kadındım. 32. km civarında, bu koşuyu bitirdikten sonra daha iyi bir sporcu olmak için çabalamaya ve başka kadın sporculara da benim yaşadığım güçlülük ve özgürlük duygularını hissetmeleri için öncü olmaya karar verdim. Bitiş çizgisini geçtiğimde, ‘Yaşasın başardım’, demek yerine ‘Yaşasın bir hayat planım var!’ diyordum…” Gerçekten de insan bir yarış sırasında veya herhangi bir koşu esnasında başka biri oluyor. Utanç, korku, sakınma duyguları ortadan kalkıyor, mücadele başlıyor, bedenin kendiyle mücadelesi, fiziksel çabanın beyinle mücadelesi ve sonrası hırs, öfke, meydan okuma, kan, ter, gözyaşı… Yarışlar sana neler düşündürüyor?
Beste: Aslında yaşarken çok ilginç bulduğum, ama şimdi düşününce o kadar ilginç gelmeyen pek çok şey var… Şunu fark ettim, yarış sırasında her an çok anlamlı: Parkurda kaybolduğum anlar, Erciyes’te bir soğuyup bir ısınan havaya karşı rüzgârlığımı giyerken dakikalarca debelenmem, İznik’te sıcaktan kavrulmam, Artos’ta cut-off süresinin (son süre) psikolojimizi zorlayıp en zor tırmanışta birkaç koşucu birbirimize destek vermeye çalıştığımız anlar…
Gizem: Aynı zamanda vegan olduğunu belirttin. Sırf kadın olduğumuz için ezildiğimiz bir dünyada türlerin sömürülmemesi adına böyle bir tercihin olduğunu tahmin ediyorum.
Beste: Evet kesinlikle, sömürünün hiçbir formunu kabul edilebilir bulmuyorum, hepsi birbiriyle bağlantılı. Etik olarak birine “sömürü” derken diğerine göz yummak bence savunulabilir bir gerçeklik değil, samimi de değil. Az önce konuştuğumuz “kurtarılmış bölgeler” gibi tıpkı, bu bölgelere sığınmak bizi özgürleştirmez.
Gizem: Bu arada anayasada sporun bir hak olarak yer aldığını biliyor muydun? Bayağı anayasal bir hak hem de. “Devlet, her yaştaki Türk vatandaşlarının beden ve ruh sağlığını geliştirecek tedbirleri alır, sporun kitlelere yayılmasını teşvik eder” diye bir hüküm var, şaka yapmıyorum. Gel gör ki birçoğumuz ekonomik dertlerden, çalışma şartlarımızdan veya yaşadığımız yerlerin kısıtlılıklarından ötürü spor yapamıyoruz. Koşu belki görece en mümkün sporlardan biri gibi gözükse bile buna düzenli vakit ayırmak ve belki de iyi bir çift spor ayakkabısı almak bile şu anki koşullarımızda maalesef bir lüks. Sen bir sporcu gözünden bir hak olarak spor faaliyetini düşündüğünde devletten neler talep ederdin? Sence kadınların bu anayasal haklarından eşit yararlanmaları için neler gerekir?
Beste: Çok güzel bir konuya değindin Gizem, teşekkür ederim. Bizim kadınlar ve spor ilişkisinde var olan koşullar hakkında kafa yormamız önemli; durumu anlamamızı ve talepler oluşturmamızı sağlıyor. Bu taleplerin ve fikirlerin kurumlara işlemesi, hayatın seyrinin değişmesinde kilit bir öneme sahip. Senin ifade ettiğin bu hakkın olması çok güzel, ama sanki biraz açık uçlu. Bugün koşmak için yeşil alan bulmak bile zor çoğu yerde, ki bu tür alanlar sadece koşu için değil şehirlerin stresini atmak için gereken yerler. Örneğin yeşillik alanlar, koşu ve bisiklet için daha çok yol sağlanmasını talep ederdim.
Gizem: Kesinlikle, daha çok parka, bahçeye ve geceleri de daha fazla aydınlatmaya ihtiyaç duyuyoruz.
Beste: Aynı şekilde küçük yaşlardan başlayarak bu teşviklerin sağlanmasını beklerdim, ancak günümüzde çocukların sporla ve sanatla ilişkisinin bireysel çabalarla (ailelerin ve bireysel olarak bazı öğretmenlerin) geliştiğini, kurumsal olarak bir düzenleme olmadığını düşünüyorum. Örneğin sosyal medyada imkânı kısıtlı bölgelerden spor yapan kız çocuklarına dair bazı videolar görmüşsündür, net bir örnek veremeyeceğim çünkü bir sürü var. Bu videolarda ana tema kız çocuğunun o yaşta bile akranları tarafından “sen bu sporu yapamazsın, sen şort giyemezsin” gibi ifadelerle dışlanması, bunu anlatırken de haliyle normalde gurur verici bir şekilde güçlü duran kız çocuğunun duygularına hakim olamayıp ağlaması. Bu durumları görmemiz ve desteklememiz için bu videolar iyi olabilir ama hiçbir çocuğun o şekilde ağlaması kabul edilebilir değil, sadece kız olduğu için. Bana kalırsa hiçbir kızın bu kötücül duygularla büyümesine müsaade etmediğimizde ancak bu anayasal haklarımızdan eşit olarak faydalanabiliriz. Ayrımcılığın, eşitsizliğin gelir düzeyi ile, coğrafya ile de çok ilgisi yok, herkes kendi sosyal çevresinde kendisine pay biçilen eşitsizlikten hakkını alıyor.
Gizem: Kesinlikle devletin, belediyelerin bu eşitliği sağlaması ve buna bütçe ayırması gerektiğini düşünüyorum. Spor, tıpkı iyi beslenmek gibi, yaşamamız için elzem bir faaliyet. Son olarak bizi okuyanlara Kurtlarla Koşan Kadınlar isimli kitaptan bir alıntıyla sohbetimizi sonladırmak istedim.
“Güçlü olmak, kas geliştirip şişirmek anlamına gelmez. İnsanın, kaçmadan kendi tanrısallığıyla buluşması, kendi kafasına göre vahşi doğayla iç içe bir hayat yaşaması anlamına gelir. Öğrenebilmek, bildiklerimize katlanabilmek anlamına gelir. Dayanmak ve yaşamak anlamına gelir.”
Vakit ayırdığın için çok teşekkür ediyorum. Kadınların güçlü ve özgür hissedebileceği günler gelene dek dayanışmaya ve yaşamaya devam…
Beste: Ben teşekkür ederim Gizem, çok güzel bir sohbetti. Dayanışmaya devam, sevgiler.